Uluslararası Hukuk Bakımından Palmer Rapor'unun İncelenmesi
22 Haziran 2023
Tuğba Ayhan
31 Mayıs 2010 tarihinde, Filistin’in Gazze topraklarına insani yardım götürmeyi ve İsrail’in orada bulunan halka uyguladığı baskı ve işkenceleri dünya kamuoyuna göstermeyi amaçlayan Mavi Marmara filosuna İsrail askerlerinin yapmış olduğu baskın uluslararası toplumu derinden etkilemiştir. Olayın her yönünün araştırılması amacıyla, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi bir Araştırma Komisyonu kurarken Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri de ayrı bir Soruşturma Komisyonu oluşturmuştur. Palmer Raporu olarak da bilinen Mavi Marmara olayına ilişkin, Yeni Zelanda eski Başbakanı Geoffrey Palmer başkanlığında oluşturulan Birleşmiş Milletler Soruşturma Komisyonu tarafından hazırlanan rapor, Temmuz 2011’de kamuoyuna duyurulmuştur. Raporun en çarpıcı ifadesi 4. sayfasında olup ifade şu şekildedir: “Deniz ablukası Gazze’den silah girişini önlemek için konulan bir hukuki güvenlik önlemidir ve uygulanması uluslararası hukuk kurallarına uygundur.” Görüldüğü üzere Palmer Raporu’nun belirtilen ifadesi Gazze’deki ablukayı bir güvenlik tedbiri olarak nitelemekte ve oradaki halka uygulanan şiddet eylemlerini meşru gösterme gayesini gütmektedir. Ayrıca, raporda deniz ablukası uygulamasının Birleşmiş Milletler (BM) Antlaşması’nın 51. maddesi çerçevesinde meşru müdafaa teşkil ettiği ve bu bağlamda İsrail askerlerinin gerçekleştirdiği eylemlerin meşru müdafaa kapsamında değerlendirilmesi gerektiğine de işaret edilmiştir.
Uluslararası Hukuk kurallarını hiçe sayan bu saldırının BM’nin resmi bir organı aracılığıyla meşrulaştırılmaya çalışılması dünya kamuoyunda hayli ses getirmiştir. Pek çok uluslararası örgüt ve devlet yayımlanan raporu kınayan açıklamalarda bulunmuştur.
Peki, işgal güçlerinin, insani yardım taşıyan Mavi Marmara filosuna yaptığı baskını araştırmak maksadıyla yayımlanan söz konusu rapor, uluslararası hukuk kuralları ile ne denli örtüşmektedir? Bir başka ifadeyle, İsrail’in açık denizde başka bir devletin bayrağını taşıyan ve üstelik sivil gemi niteliği bulunan ve insani yardım taşıyan bir gemiye yönelik gerçekleştirdiği eylemler uluslararası hukuk kuralları ile ne derece bağdaşmaktadır?
İsrail güçlerinin gerçekleştirdiği eylemleri hukuki açıdan bir değerlendirmeye tabi tutmak maksadıyla şu mihenk taşları dikkate alınabilir: Açık Denizlerde Seyrüsefer Hakkı, Uluslararası Hukukta Kuvvet Kullanma ve Meşru Müdafaa Hakkı, Uluslararası Hukukta Devletin Sorumluluğu.
Açık Denizlerde Seyrüsefer Hakkı
Açık denizler herhangi bir devletin egemenliğine tabi olmamakla birlikte, bu deniz alanında meydana gelebilecek olaylar bakımından uygulama imkânı bulan ve devletlerin birtakım egemenlik haklarını kullanmasını sağlayan temel ilke, bayrak yasasıdır. Buna göre açık denizlerde cereyan eden olaylarla ilgili temel yargı yetkisi Bayrak Devleti’ne aittir. Kısacası Bayrak Devleti, münhasır bir egemenlik ve bunun doğal sonucu olan yargılama hakkından yararlanmaktadır. Kısaca ifade edilen uluslararası deniz hukuku düzenlemeleri ışığında, İsrail’in yabancı bir devletin bayrağını taşıyan ve açık denizlerde seyrüsefer halinde bulunan bir gemiye müdahalesi, hukuk kurallarının ihlalini doğuracaktır.
31 Mayıs 2010’da İsrail askeri güçlerinin Mavi Marmara ve diğer gemilere yönelik gerçekleştirmiş olduğu eylemler, uluslararası deniz hukuku kuralları bakımından, ister denize kıyısı bulunsun isterse bulunmasın, her devletin gemisinin özgürce seyrüsefer etme hakkının bulunduğu uluslararası alanda cereyan etmiştir. İnsani yardım konvoyuna İsrail askerleri, kıyıdan 72 mil uzakta iken müdahale etmiş, hatta İsrail kuvvetlerinin konvoyu rahatsız etmesi 100 mil açıktayken başlamıştır.
Her devletin seyrüsefer hakkının bulunduğu bir alanda gemilere askeri güçler tarafından müdahale edilmesi, uluslararası deniz hukuku kuralları ile açıkça çelişir. Fiillerin işlendiği deniz sahası İsrail’in egemen haklarını kullanabileceği kendisine ait kara suları değildir. Kaldı ki, İsrail’in kara suları dahi olsa her devletin, bir başka devletin ve konuyla ilintili olarak İsrail’in kara sularından zararsız geçiş hakkı bulunmaktadır.
Uluslararası Hukukta Kuvvet Kullanma ve Meşru Müdafaa Hakkı
İkinci dünya savaşının ardından dünya barışını korumak amacıyla bir araya gelen devletler Birleşmiş Milletler isimli uluslararası bir örgüt kurmuşlardır. Bu örgütün temel gayesi uluslararası barışın ve güvenliğin sağlanması ve meydana gelen uyuşmazlıkların barışçıl yollarla çözülmesidir. Bu amaçla BM Antlaşması’nın 2. maddesi devletlerin birbirine karşı kuvvet kullanımını şu ifadelerle düzenleme altına almıştır: Teşkilatın üyeleri, milletlerarası münasebetlerinde gerek herhangi bir başka Devletin toprak bütünlüğüne veya siyasi bağımsızlığına karşı, gerekse Birleşmiş Milletlerin amaçları ile telif edilmeyecek herhangi bir surette, tehdide veya kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar. (BMA/2-4)
Özetle, günümüz uluslararası hukuk kurallarına göre, herhangi bir devletin tek taraflı olarak herhangi bir sorununun çözümüne yönelik kuvvet kullanması uluslararası hukuk kurallarının açık ihlali anlamına gelmektedir. Bu durumun tek bir istisnası vardır. O da yine BM Antlaşması’nın 51. Maddesinde düzenleme altına alınan meşru müdafaa hakkıdır. Söz konusu maddedeki düzenleme ise şu şekildedir: İşbu Antlaşmanın hiçbir hükmü, Birleşmiş Milletler üyelerinden birinin silahlı bir saldırıya hedef olması halinde, Güvenlik Konseyi milletlerarası barış ve güvenliğin muhafazası için lüzumlu tedbirleri alıncaya kadar, tabii olan münferit veya müşterek meşru müdafaa hakkına halel getirmez. Bu meşru müdafaa hakkını kullanarak üyelerin aldığı tedbirler derhal Güvenlik Konseyi’ne bildirilir ve Konseyin, işbu antlaşmaya dayanarak milletlerarası barış ve güvenliğin muhafaza veya iadesi için lüzumlu göreceği şekilde her an hareket etmek yetki ve ödevine hiçbir vesile tesir etmez.
Yukarıda belirtilen maddeden de açıkça anlaşılacağı üzere, eğer herhangi bir devlet silahlı saldırıya maruz kalmış ise bu saldırıyı bertaraf etmeye yönelik meşru müdafaa hakkını kullanma hakkına sahiptir.
Yukarıdaki özet açıklamalar ışığında Palmer Raporu ve Mavi Marmara gemisine yönelik İsrail askerlerinin müdahalesi değerlendirilecek olursa İsrail devleti, Mavi Marmara gemisine İsrail askerlerinin yapmış olduğu saldırıyı, meşru müdafaa hakkının kullanılması olarak dünya kamuoyuna izah etmeye çalışmaktadır. BM Antlaşması’nın 51. maddesindeki düzenleme dikkatli bir şekilde incelendiğinde meşru müdafaa hakkının kullanılabilmesi için, silahlı bir saldırının varlığının bir unsur olduğu kolaylıkla anlaşılabilir. Oysaki olayda, Gazze’ye insani yardım taşıyan, içerisinde sivil insanların bulunduğu uluslararası kamuoyuna deklare edilen bir geminin askeri kuvvetlerce saldırıya uğraması ve masum sivillerin öldürülmesi, yaralanması söz konusudur. Böyle bir eylem hiçbir şekilde meşru müdafaa hakkının kullanılması olarak düşünülemez. Kaldı ki olayda herhangi bir meşru müdafaa hakkı kullanılacak ise gemi İsrail askeri güçlerinin saldırısına açık denizde seyrüsefer hakkını kullanırken maruz kalmıştır ve bu hak geminin uyruğunda bulunduğu devlete, diğer bir ifadeyle bayrak devletine aittir, İsrail kuvvetlerine değil.
İsrail’in dayandığı bir diğer husus da, İsrail askerlerinin gemide bir dirençle karşılaşması ve sopalarla, demir çubuklarla askerlerinin gemide saldırıya uğraması, bunun neticesi olarak da meşru müdafaa kapsamında ölüm ve yaralamaların gerçekleştiğidir. Böyle bir savunmanın uluslararası hukukta haklı bir gerekçesi olamaz. Öyle dahi olsa, iç hukuk uygulamalarında olduğu gibi, meşru müdafaa hakkının varlığı için en önemli şartlardan biri de orantılılıktır. Adı geçen olayda bir tarafta siviller, diğer tarafta her türlü silahlı donanıma sahip özel askeri kuvvetler bulunmaktadır. Ve silahlı askerlerin sivilleri yaraladığı ve hatta pek çok kişinin ölümüne sebebiyet verdiği de ortadadır. Dolayısıyla olayda meşru müdafaanın orantılılık unsuru da aşılmış olup İsrail’in eylemlerinin açık bir şekilde hukuka aykırı olduğu görülmektedir.
Uluslararası Hukukta Devletin Sorumluluğu
Uluslararası hukuk sistemini ihlal eden, bu sistemin hukuk kurallarını hiçe sayan veya çiğneyen uluslararası hukuk kişisinin sorumluluğu kaçınılmazdır. Bir uluslararası hukuk kişisinin sorumlu tutulabilmesi için gerekli olan üç temel şart vardır: Uluslararası Hukuka Aykırı Davranış, Atfedilebilme (İsnadiyet), Hukuka Aykırılığı Ortadan Kaldıracak Haklı Bir Hukuki Sebebin Bulunmaması.
Mezkûr olayda İsrail’in uluslararası hukuka aykırı bir eyleminin bulunduğu açıkça ortadadır. Hukuka aykırılığı meydana getiren unsurların İsrail asker ve polisleri olması nedeniyle olayın İsrail’e atfedilebilmesi de tabii olarak mümkündür. Zira devletin yasama, yürütme yargı ve diğer herhangi bir görevini yerine getiren organların eylemleri, hangi pozisyonda olurlarsa olsunlar, gerçekleştirdikleri davranışları, devlet eylemi olarak kabul edilecektir. Dolayısıyla söz konusu hadise bakımından atfedebilme unsuru da gerçekleşmiştir. Olayda mağdur devletin rızası, meşru müdafaa, mücbir sebep, zaruret hali ve karşı önlemlerden herhangi biri de mevcut olmadığından hukuka aykırılığı ortadan kaldıran bir sebep de bulunmamaktadır. Kısaca toparlayacak olursak, devletin sorumluluğunu gerektiren her üç unsur (hukuka aykırı davranış, atfedebilme, hukuka aykırılığı ortadan kaldıracak sebebin bulunmaması) da gerçekleşmiş olup İsrail bahsi geçen saldırının bizzat faili konumundadır ve olay neticesinde doğan zararlardan bizzat sorumludur.
Değerlendirme
Temmuz 2011’de açıklanan Palmer Raporu, uluslararası hukuk düzenlemeleri ve uluslararası yargı kuruluşları kararları çerçevesinde değerlendirildiğinde Raporun hukuki olmaktan daha çok, siyasi nitelikli olduğu aşikârdır. Ayrıca, Palmer Raporu BM İnsan Hakları Konseyi’nce tayin edilen Komisyon bulguları ile de taban tabana zıttır. Yine, Palmer Raporu’nun hemen ardından aralarında Richard Falk’ın da bulunduğu BM insan hakları uzmanlarının yayımladıkları bir raporla İsrail’in Gazze’de uyguladığı deniz ablukasının uluslararası hukuka aykırı olduğunu uluslararası topluma deklare etmişlerdir. Raporda “İsrail’in Mavi Marmara baskınında aşırı güç kullandığı” belirtilmiş olmakla birlikte “Gazze’ye uyguladığı ablukanın hukuki olduğunu” öne süren Palmer Raporu da reddedilmiştir.
Sonuç olarak, İsrail askeri kuvvetlerinin eylemleri, uluslararası deniz hukuku, uluslararası ceza hukuku ve uluslararası insan hakları hukuku ihlalidir. Ve bu eylemleri meşru olarak nitelendiren Palmer Raporu, hukuki anlamda hiçbir temele oturmayan, tamamen siyasi ve ideolojik bir yaklaşımın ürünüdür.
31 Mayıs 2010 tarihinde, Filistin’in Gazze topraklarına insani yardım götürmeyi ve İsrail’in orada bulunan halka uyguladığı baskı ve işkenceleri dünya kamuoyuna göstermeyi amaçlayan Mavi Marmara filosuna İsrail askerlerinin yapmış olduğu baskın uluslararası toplumu derinden etkilemiştir. Olayın her yönünün araştırılması amacıyla, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi bir Araştırma Komisyonu kurarken Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri de ayrı bir Soruşturma Komisyonu oluşturmuştur. Palmer Raporu olarak da bilinen Mavi Marmara olayına ilişkin, Yeni Zelanda eski Başbakanı Geoffrey Palmer başkanlığında oluşturulan Birleşmiş Milletler Soruşturma Komisyonu tarafından hazırlanan rapor, Temmuz 2011’de kamuoyuna duyurulmuştur. Raporun en çarpıcı ifadesi 4. sayfasında olup ifade şu şekildedir: “Deniz ablukası Gazze’den silah girişini önlemek için konulan bir hukuki güvenlik önlemidir ve uygulanması uluslararası hukuk kurallarına uygundur.” Görüldüğü üzere Palmer Raporu’nun belirtilen ifadesi Gazze’deki ablukayı bir güvenlik tedbiri olarak nitelemekte ve oradaki halka uygulanan şiddet eylemlerini meşru gösterme gayesini gütmektedir. Ayrıca, raporda deniz ablukası uygulamasının Birleşmiş Milletler (BM) Antlaşması’nın 51. maddesi çerçevesinde meşru müdafaa teşkil ettiği ve bu bağlamda İsrail askerlerinin gerçekleştirdiği eylemlerin meşru müdafaa kapsamında değerlendirilmesi gerektiğine de işaret edilmiştir.
Uluslararası Hukuk kurallarını hiçe sayan bu saldırının BM’nin resmi bir organı aracılığıyla meşrulaştırılmaya çalışılması dünya kamuoyunda hayli ses getirmiştir. Pek çok uluslararası örgüt ve devlet yayımlanan raporu kınayan açıklamalarda bulunmuştur.
Peki, işgal güçlerinin, insani yardım taşıyan Mavi Marmara filosuna yaptığı baskını araştırmak maksadıyla yayımlanan söz konusu rapor, uluslararası hukuk kuralları ile ne denli örtüşmektedir? Bir başka ifadeyle, İsrail’in açık denizde başka bir devletin bayrağını taşıyan ve üstelik sivil gemi niteliği bulunan ve insani yardım taşıyan bir gemiye yönelik gerçekleştirdiği eylemler uluslararası hukuk kuralları ile ne derece bağdaşmaktadır?
İsrail güçlerinin gerçekleştirdiği eylemleri hukuki açıdan bir değerlendirmeye tabi tutmak maksadıyla şu mihenk taşları dikkate alınabilir: Açık Denizlerde Seyrüsefer Hakkı, Uluslararası Hukukta Kuvvet Kullanma ve Meşru Müdafaa Hakkı, Uluslararası Hukukta Devletin Sorumluluğu.
Açık Denizlerde Seyrüsefer Hakkı
Açık denizler herhangi bir devletin egemenliğine tabi olmamakla birlikte, bu deniz alanında meydana gelebilecek olaylar bakımından uygulama imkânı bulan ve devletlerin birtakım egemenlik haklarını kullanmasını sağlayan temel ilke, bayrak yasasıdır. Buna göre açık denizlerde cereyan eden olaylarla ilgili temel yargı yetkisi Bayrak Devleti’ne aittir. Kısacası Bayrak Devleti, münhasır bir egemenlik ve bunun doğal sonucu olan yargılama hakkından yararlanmaktadır. Kısaca ifade edilen uluslararası deniz hukuku düzenlemeleri ışığında, İsrail’in yabancı bir devletin bayrağını taşıyan ve açık denizlerde seyrüsefer halinde bulunan bir gemiye müdahalesi, hukuk kurallarının ihlalini doğuracaktır.
31 Mayıs 2010’da İsrail askeri güçlerinin Mavi Marmara ve diğer gemilere yönelik gerçekleştirmiş olduğu eylemler, uluslararası deniz hukuku kuralları bakımından, ister denize kıyısı bulunsun isterse bulunmasın, her devletin gemisinin özgürce seyrüsefer etme hakkının bulunduğu uluslararası alanda cereyan etmiştir. İnsani yardım konvoyuna İsrail askerleri, kıyıdan 72 mil uzakta iken müdahale etmiş, hatta İsrail kuvvetlerinin konvoyu rahatsız etmesi 100 mil açıktayken başlamıştır.
Her devletin seyrüsefer hakkının bulunduğu bir alanda gemilere askeri güçler tarafından müdahale edilmesi, uluslararası deniz hukuku kuralları ile açıkça çelişir. Fiillerin işlendiği deniz sahası İsrail’in egemen haklarını kullanabileceği kendisine ait kara suları değildir. Kaldı ki, İsrail’in kara suları dahi olsa her devletin, bir başka devletin ve konuyla ilintili olarak İsrail’in kara sularından zararsız geçiş hakkı bulunmaktadır.
Uluslararası Hukukta Kuvvet Kullanma ve Meşru Müdafaa Hakkı
İkinci dünya savaşının ardından dünya barışını korumak amacıyla bir araya gelen devletler Birleşmiş Milletler isimli uluslararası bir örgüt kurmuşlardır. Bu örgütün temel gayesi uluslararası barışın ve güvenliğin sağlanması ve meydana gelen uyuşmazlıkların barışçıl yollarla çözülmesidir. Bu amaçla BM Antlaşması’nın 2. maddesi devletlerin birbirine karşı kuvvet kullanımını şu ifadelerle düzenleme altına almıştır: Teşkilatın üyeleri, milletlerarası münasebetlerinde gerek herhangi bir başka Devletin toprak bütünlüğüne veya siyasi bağımsızlığına karşı, gerekse Birleşmiş Milletlerin amaçları ile telif edilmeyecek herhangi bir surette, tehdide veya kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar. (BMA/2-4)
Özetle, günümüz uluslararası hukuk kurallarına göre, herhangi bir devletin tek taraflı olarak herhangi bir sorununun çözümüne yönelik kuvvet kullanması uluslararası hukuk kurallarının açık ihlali anlamına gelmektedir. Bu durumun tek bir istisnası vardır. O da yine BM Antlaşması’nın 51. Maddesinde düzenleme altına alınan meşru müdafaa hakkıdır. Söz konusu maddedeki düzenleme ise şu şekildedir: İşbu Antlaşmanın hiçbir hükmü, Birleşmiş Milletler üyelerinden birinin silahlı bir saldırıya hedef olması halinde, Güvenlik Konseyi milletlerarası barış ve güvenliğin muhafazası için lüzumlu tedbirleri alıncaya kadar, tabii olan münferit veya müşterek meşru müdafaa hakkına halel getirmez. Bu meşru müdafaa hakkını kullanarak üyelerin aldığı tedbirler derhal Güvenlik Konseyi’ne bildirilir ve Konseyin, işbu antlaşmaya dayanarak milletlerarası barış ve güvenliğin muhafaza veya iadesi için lüzumlu göreceği şekilde her an hareket etmek yetki ve ödevine hiçbir vesile tesir etmez.
Yukarıda belirtilen maddeden de açıkça anlaşılacağı üzere, eğer herhangi bir devlet silahlı saldırıya maruz kalmış ise bu saldırıyı bertaraf etmeye yönelik meşru müdafaa hakkını kullanma hakkına sahiptir.
Yukarıdaki özet açıklamalar ışığında Palmer Raporu ve Mavi Marmara gemisine yönelik İsrail askerlerinin müdahalesi değerlendirilecek olursa İsrail devleti, Mavi Marmara gemisine İsrail askerlerinin yapmış olduğu saldırıyı, meşru müdafaa hakkının kullanılması olarak dünya kamuoyuna izah etmeye çalışmaktadır. BM Antlaşması’nın 51. maddesindeki düzenleme dikkatli bir şekilde incelendiğinde meşru müdafaa hakkının kullanılabilmesi için, silahlı bir saldırının varlığının bir unsur olduğu kolaylıkla anlaşılabilir. Oysaki olayda, Gazze’ye insani yardım taşıyan, içerisinde sivil insanların bulunduğu uluslararası kamuoyuna deklare edilen bir geminin askeri kuvvetlerce saldırıya uğraması ve masum sivillerin öldürülmesi, yaralanması söz konusudur. Böyle bir eylem hiçbir şekilde meşru müdafaa hakkının kullanılması olarak düşünülemez. Kaldı ki olayda herhangi bir meşru müdafaa hakkı kullanılacak ise gemi İsrail askeri güçlerinin saldırısına açık denizde seyrüsefer hakkını kullanırken maruz kalmıştır ve bu hak geminin uyruğunda bulunduğu devlete, diğer bir ifadeyle bayrak devletine aittir, İsrail kuvvetlerine değil.
İsrail’in dayandığı bir diğer husus da, İsrail askerlerinin gemide bir dirençle karşılaşması ve sopalarla, demir çubuklarla askerlerinin gemide saldırıya uğraması, bunun neticesi olarak da meşru müdafaa kapsamında ölüm ve yaralamaların gerçekleştiğidir. Böyle bir savunmanın uluslararası hukukta haklı bir gerekçesi olamaz. Öyle dahi olsa, iç hukuk uygulamalarında olduğu gibi, meşru müdafaa hakkının varlığı için en önemli şartlardan biri de orantılılıktır. Adı geçen olayda bir tarafta siviller, diğer tarafta her türlü silahlı donanıma sahip özel askeri kuvvetler bulunmaktadır. Ve silahlı askerlerin sivilleri yaraladığı ve hatta pek çok kişinin ölümüne sebebiyet verdiği de ortadadır. Dolayısıyla olayda meşru müdafaanın orantılılık unsuru da aşılmış olup İsrail’in eylemlerinin açık bir şekilde hukuka aykırı olduğu görülmektedir.
Uluslararası Hukukta Devletin Sorumluluğu
Uluslararası hukuk sistemini ihlal eden, bu sistemin hukuk kurallarını hiçe sayan veya çiğneyen uluslararası hukuk kişisinin sorumluluğu kaçınılmazdır. Bir uluslararası hukuk kişisinin sorumlu tutulabilmesi için gerekli olan üç temel şart vardır: Uluslararası Hukuka Aykırı Davranış, Atfedilebilme (İsnadiyet), Hukuka Aykırılığı Ortadan Kaldıracak Haklı Bir Hukuki Sebebin Bulunmaması.
Mezkûr olayda İsrail’in uluslararası hukuka aykırı bir eyleminin bulunduğu açıkça ortadadır. Hukuka aykırılığı meydana getiren unsurların İsrail asker ve polisleri olması nedeniyle olayın İsrail’e atfedilebilmesi de tabii olarak mümkündür. Zira devletin yasama, yürütme yargı ve diğer herhangi bir görevini yerine getiren organların eylemleri, hangi pozisyonda olurlarsa olsunlar, gerçekleştirdikleri davranışları, devlet eylemi olarak kabul edilecektir. Dolayısıyla söz konusu hadise bakımından atfedebilme unsuru da gerçekleşmiştir. Olayda mağdur devletin rızası, meşru müdafaa, mücbir sebep, zaruret hali ve karşı önlemlerden herhangi biri de mevcut olmadığından hukuka aykırılığı ortadan kaldıran bir sebep de bulunmamaktadır. Kısaca toparlayacak olursak, devletin sorumluluğunu gerektiren her üç unsur (hukuka aykırı davranış, atfedebilme, hukuka aykırılığı ortadan kaldıracak sebebin bulunmaması) da gerçekleşmiş olup İsrail bahsi geçen saldırının bizzat faili konumundadır ve olay neticesinde doğan zararlardan bizzat sorumludur.
Değerlendirme
Temmuz 2011’de açıklanan Palmer Raporu, uluslararası hukuk düzenlemeleri ve uluslararası yargı kuruluşları kararları çerçevesinde değerlendirildiğinde Raporun hukuki olmaktan daha çok, siyasi nitelikli olduğu aşikârdır. Ayrıca, Palmer Raporu BM İnsan Hakları Konseyi’nce tayin edilen Komisyon bulguları ile de taban tabana zıttır. Yine, Palmer Raporu’nun hemen ardından aralarında Richard Falk’ın da bulunduğu BM insan hakları uzmanlarının yayımladıkları bir raporla İsrail’in Gazze’de uyguladığı deniz ablukasının uluslararası hukuka aykırı olduğunu uluslararası topluma deklare etmişlerdir. Raporda “İsrail’in Mavi Marmara baskınında aşırı güç kullandığı” belirtilmiş olmakla birlikte “Gazze’ye uyguladığı ablukanın hukuki olduğunu” öne süren Palmer Raporu da reddedilmiştir.
Sonuç olarak, İsrail askeri kuvvetlerinin eylemleri, uluslararası deniz hukuku, uluslararası ceza hukuku ve uluslararası insan hakları hukuku ihlalidir. Ve bu eylemleri meşru olarak nitelendiren Palmer Raporu, hukuki anlamda hiçbir temele oturmayan, tamamen siyasi ve ideolojik bir yaklaşımın ürünüdür.
31 Mayıs 2010 tarihinde, Filistin’in Gazze topraklarına insani yardım götürmeyi ve İsrail’in orada bulunan halka uyguladığı baskı ve işkenceleri dünya kamuoyuna göstermeyi amaçlayan Mavi Marmara filosuna İsrail askerlerinin yapmış olduğu baskın uluslararası toplumu derinden etkilemiştir. Olayın her yönünün araştırılması amacıyla, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi bir Araştırma Komisyonu kurarken Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri de ayrı bir Soruşturma Komisyonu oluşturmuştur. Palmer Raporu olarak da bilinen Mavi Marmara olayına ilişkin, Yeni Zelanda eski Başbakanı Geoffrey Palmer başkanlığında oluşturulan Birleşmiş Milletler Soruşturma Komisyonu tarafından hazırlanan rapor, Temmuz 2011’de kamuoyuna duyurulmuştur. Raporun en çarpıcı ifadesi 4. sayfasında olup ifade şu şekildedir: “Deniz ablukası Gazze’den silah girişini önlemek için konulan bir hukuki güvenlik önlemidir ve uygulanması uluslararası hukuk kurallarına uygundur.” Görüldüğü üzere Palmer Raporu’nun belirtilen ifadesi Gazze’deki ablukayı bir güvenlik tedbiri olarak nitelemekte ve oradaki halka uygulanan şiddet eylemlerini meşru gösterme gayesini gütmektedir. Ayrıca, raporda deniz ablukası uygulamasının Birleşmiş Milletler (BM) Antlaşması’nın 51. maddesi çerçevesinde meşru müdafaa teşkil ettiği ve bu bağlamda İsrail askerlerinin gerçekleştirdiği eylemlerin meşru müdafaa kapsamında değerlendirilmesi gerektiğine de işaret edilmiştir.
Uluslararası Hukuk kurallarını hiçe sayan bu saldırının BM’nin resmi bir organı aracılığıyla meşrulaştırılmaya çalışılması dünya kamuoyunda hayli ses getirmiştir. Pek çok uluslararası örgüt ve devlet yayımlanan raporu kınayan açıklamalarda bulunmuştur.
Peki, işgal güçlerinin, insani yardım taşıyan Mavi Marmara filosuna yaptığı baskını araştırmak maksadıyla yayımlanan söz konusu rapor, uluslararası hukuk kuralları ile ne denli örtüşmektedir? Bir başka ifadeyle, İsrail’in açık denizde başka bir devletin bayrağını taşıyan ve üstelik sivil gemi niteliği bulunan ve insani yardım taşıyan bir gemiye yönelik gerçekleştirdiği eylemler uluslararası hukuk kuralları ile ne derece bağdaşmaktadır?
İsrail güçlerinin gerçekleştirdiği eylemleri hukuki açıdan bir değerlendirmeye tabi tutmak maksadıyla şu mihenk taşları dikkate alınabilir: Açık Denizlerde Seyrüsefer Hakkı, Uluslararası Hukukta Kuvvet Kullanma ve Meşru Müdafaa Hakkı, Uluslararası Hukukta Devletin Sorumluluğu.
Açık Denizlerde Seyrüsefer Hakkı
Açık denizler herhangi bir devletin egemenliğine tabi olmamakla birlikte, bu deniz alanında meydana gelebilecek olaylar bakımından uygulama imkânı bulan ve devletlerin birtakım egemenlik haklarını kullanmasını sağlayan temel ilke, bayrak yasasıdır. Buna göre açık denizlerde cereyan eden olaylarla ilgili temel yargı yetkisi Bayrak Devleti’ne aittir. Kısacası Bayrak Devleti, münhasır bir egemenlik ve bunun doğal sonucu olan yargılama hakkından yararlanmaktadır. Kısaca ifade edilen uluslararası deniz hukuku düzenlemeleri ışığında, İsrail’in yabancı bir devletin bayrağını taşıyan ve açık denizlerde seyrüsefer halinde bulunan bir gemiye müdahalesi, hukuk kurallarının ihlalini doğuracaktır.
31 Mayıs 2010’da İsrail askeri güçlerinin Mavi Marmara ve diğer gemilere yönelik gerçekleştirmiş olduğu eylemler, uluslararası deniz hukuku kuralları bakımından, ister denize kıyısı bulunsun isterse bulunmasın, her devletin gemisinin özgürce seyrüsefer etme hakkının bulunduğu uluslararası alanda cereyan etmiştir. İnsani yardım konvoyuna İsrail askerleri, kıyıdan 72 mil uzakta iken müdahale etmiş, hatta İsrail kuvvetlerinin konvoyu rahatsız etmesi 100 mil açıktayken başlamıştır.
Her devletin seyrüsefer hakkının bulunduğu bir alanda gemilere askeri güçler tarafından müdahale edilmesi, uluslararası deniz hukuku kuralları ile açıkça çelişir. Fiillerin işlendiği deniz sahası İsrail’in egemen haklarını kullanabileceği kendisine ait kara suları değildir. Kaldı ki, İsrail’in kara suları dahi olsa her devletin, bir başka devletin ve konuyla ilintili olarak İsrail’in kara sularından zararsız geçiş hakkı bulunmaktadır.
Uluslararası Hukukta Kuvvet Kullanma ve Meşru Müdafaa Hakkı
İkinci dünya savaşının ardından dünya barışını korumak amacıyla bir araya gelen devletler Birleşmiş Milletler isimli uluslararası bir örgüt kurmuşlardır. Bu örgütün temel gayesi uluslararası barışın ve güvenliğin sağlanması ve meydana gelen uyuşmazlıkların barışçıl yollarla çözülmesidir. Bu amaçla BM Antlaşması’nın 2. maddesi devletlerin birbirine karşı kuvvet kullanımını şu ifadelerle düzenleme altına almıştır: Teşkilatın üyeleri, milletlerarası münasebetlerinde gerek herhangi bir başka Devletin toprak bütünlüğüne veya siyasi bağımsızlığına karşı, gerekse Birleşmiş Milletlerin amaçları ile telif edilmeyecek herhangi bir surette, tehdide veya kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar. (BMA/2-4)
Özetle, günümüz uluslararası hukuk kurallarına göre, herhangi bir devletin tek taraflı olarak herhangi bir sorununun çözümüne yönelik kuvvet kullanması uluslararası hukuk kurallarının açık ihlali anlamına gelmektedir. Bu durumun tek bir istisnası vardır. O da yine BM Antlaşması’nın 51. Maddesinde düzenleme altına alınan meşru müdafaa hakkıdır. Söz konusu maddedeki düzenleme ise şu şekildedir: İşbu Antlaşmanın hiçbir hükmü, Birleşmiş Milletler üyelerinden birinin silahlı bir saldırıya hedef olması halinde, Güvenlik Konseyi milletlerarası barış ve güvenliğin muhafazası için lüzumlu tedbirleri alıncaya kadar, tabii olan münferit veya müşterek meşru müdafaa hakkına halel getirmez. Bu meşru müdafaa hakkını kullanarak üyelerin aldığı tedbirler derhal Güvenlik Konseyi’ne bildirilir ve Konseyin, işbu antlaşmaya dayanarak milletlerarası barış ve güvenliğin muhafaza veya iadesi için lüzumlu göreceği şekilde her an hareket etmek yetki ve ödevine hiçbir vesile tesir etmez.
Yukarıda belirtilen maddeden de açıkça anlaşılacağı üzere, eğer herhangi bir devlet silahlı saldırıya maruz kalmış ise bu saldırıyı bertaraf etmeye yönelik meşru müdafaa hakkını kullanma hakkına sahiptir.
Yukarıdaki özet açıklamalar ışığında Palmer Raporu ve Mavi Marmara gemisine yönelik İsrail askerlerinin müdahalesi değerlendirilecek olursa İsrail devleti, Mavi Marmara gemisine İsrail askerlerinin yapmış olduğu saldırıyı, meşru müdafaa hakkının kullanılması olarak dünya kamuoyuna izah etmeye çalışmaktadır. BM Antlaşması’nın 51. maddesindeki düzenleme dikkatli bir şekilde incelendiğinde meşru müdafaa hakkının kullanılabilmesi için, silahlı bir saldırının varlığının bir unsur olduğu kolaylıkla anlaşılabilir. Oysaki olayda, Gazze’ye insani yardım taşıyan, içerisinde sivil insanların bulunduğu uluslararası kamuoyuna deklare edilen bir geminin askeri kuvvetlerce saldırıya uğraması ve masum sivillerin öldürülmesi, yaralanması söz konusudur. Böyle bir eylem hiçbir şekilde meşru müdafaa hakkının kullanılması olarak düşünülemez. Kaldı ki olayda herhangi bir meşru müdafaa hakkı kullanılacak ise gemi İsrail askeri güçlerinin saldırısına açık denizde seyrüsefer hakkını kullanırken maruz kalmıştır ve bu hak geminin uyruğunda bulunduğu devlete, diğer bir ifadeyle bayrak devletine aittir, İsrail kuvvetlerine değil.
İsrail’in dayandığı bir diğer husus da, İsrail askerlerinin gemide bir dirençle karşılaşması ve sopalarla, demir çubuklarla askerlerinin gemide saldırıya uğraması, bunun neticesi olarak da meşru müdafaa kapsamında ölüm ve yaralamaların gerçekleştiğidir. Böyle bir savunmanın uluslararası hukukta haklı bir gerekçesi olamaz. Öyle dahi olsa, iç hukuk uygulamalarında olduğu gibi, meşru müdafaa hakkının varlığı için en önemli şartlardan biri de orantılılıktır. Adı geçen olayda bir tarafta siviller, diğer tarafta her türlü silahlı donanıma sahip özel askeri kuvvetler bulunmaktadır. Ve silahlı askerlerin sivilleri yaraladığı ve hatta pek çok kişinin ölümüne sebebiyet verdiği de ortadadır. Dolayısıyla olayda meşru müdafaanın orantılılık unsuru da aşılmış olup İsrail’in eylemlerinin açık bir şekilde hukuka aykırı olduğu görülmektedir.
Uluslararası Hukukta Devletin Sorumluluğu
Uluslararası hukuk sistemini ihlal eden, bu sistemin hukuk kurallarını hiçe sayan veya çiğneyen uluslararası hukuk kişisinin sorumluluğu kaçınılmazdır. Bir uluslararası hukuk kişisinin sorumlu tutulabilmesi için gerekli olan üç temel şart vardır: Uluslararası Hukuka Aykırı Davranış, Atfedilebilme (İsnadiyet), Hukuka Aykırılığı Ortadan Kaldıracak Haklı Bir Hukuki Sebebin Bulunmaması.
Mezkûr olayda İsrail’in uluslararası hukuka aykırı bir eyleminin bulunduğu açıkça ortadadır. Hukuka aykırılığı meydana getiren unsurların İsrail asker ve polisleri olması nedeniyle olayın İsrail’e atfedilebilmesi de tabii olarak mümkündür. Zira devletin yasama, yürütme yargı ve diğer herhangi bir görevini yerine getiren organların eylemleri, hangi pozisyonda olurlarsa olsunlar, gerçekleştirdikleri davranışları, devlet eylemi olarak kabul edilecektir. Dolayısıyla söz konusu hadise bakımından atfedebilme unsuru da gerçekleşmiştir. Olayda mağdur devletin rızası, meşru müdafaa, mücbir sebep, zaruret hali ve karşı önlemlerden herhangi biri de mevcut olmadığından hukuka aykırılığı ortadan kaldıran bir sebep de bulunmamaktadır. Kısaca toparlayacak olursak, devletin sorumluluğunu gerektiren her üç unsur (hukuka aykırı davranış, atfedebilme, hukuka aykırılığı ortadan kaldıracak sebebin bulunmaması) da gerçekleşmiş olup İsrail bahsi geçen saldırının bizzat faili konumundadır ve olay neticesinde doğan zararlardan bizzat sorumludur.
Değerlendirme
Temmuz 2011’de açıklanan Palmer Raporu, uluslararası hukuk düzenlemeleri ve uluslararası yargı kuruluşları kararları çerçevesinde değerlendirildiğinde Raporun hukuki olmaktan daha çok, siyasi nitelikli olduğu aşikârdır. Ayrıca, Palmer Raporu BM İnsan Hakları Konseyi’nce tayin edilen Komisyon bulguları ile de taban tabana zıttır. Yine, Palmer Raporu’nun hemen ardından aralarında Richard Falk’ın da bulunduğu BM insan hakları uzmanlarının yayımladıkları bir raporla İsrail’in Gazze’de uyguladığı deniz ablukasının uluslararası hukuka aykırı olduğunu uluslararası topluma deklare etmişlerdir. Raporda “İsrail’in Mavi Marmara baskınında aşırı güç kullandığı” belirtilmiş olmakla birlikte “Gazze’ye uyguladığı ablukanın hukuki olduğunu” öne süren Palmer Raporu da reddedilmiştir.
Sonuç olarak, İsrail askeri kuvvetlerinin eylemleri, uluslararası deniz hukuku, uluslararası ceza hukuku ve uluslararası insan hakları hukuku ihlalidir. Ve bu eylemleri meşru olarak nitelendiren Palmer Raporu, hukuki anlamda hiçbir temele oturmayan, tamamen siyasi ve ideolojik bir yaklaşımın ürünüdür.
31 Mayıs 2010 tarihinde, Filistin’in Gazze topraklarına insani yardım götürmeyi ve İsrail’in orada bulunan halka uyguladığı baskı ve işkenceleri dünya kamuoyuna göstermeyi amaçlayan Mavi Marmara filosuna İsrail askerlerinin yapmış olduğu baskın uluslararası toplumu derinden etkilemiştir. Olayın her yönünün araştırılması amacıyla, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi bir Araştırma Komisyonu kurarken Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri de ayrı bir Soruşturma Komisyonu oluşturmuştur. Palmer Raporu olarak da bilinen Mavi Marmara olayına ilişkin, Yeni Zelanda eski Başbakanı Geoffrey Palmer başkanlığında oluşturulan Birleşmiş Milletler Soruşturma Komisyonu tarafından hazırlanan rapor, Temmuz 2011’de kamuoyuna duyurulmuştur. Raporun en çarpıcı ifadesi 4. sayfasında olup ifade şu şekildedir: “Deniz ablukası Gazze’den silah girişini önlemek için konulan bir hukuki güvenlik önlemidir ve uygulanması uluslararası hukuk kurallarına uygundur.” Görüldüğü üzere Palmer Raporu’nun belirtilen ifadesi Gazze’deki ablukayı bir güvenlik tedbiri olarak nitelemekte ve oradaki halka uygulanan şiddet eylemlerini meşru gösterme gayesini gütmektedir. Ayrıca, raporda deniz ablukası uygulamasının Birleşmiş Milletler (BM) Antlaşması’nın 51. maddesi çerçevesinde meşru müdafaa teşkil ettiği ve bu bağlamda İsrail askerlerinin gerçekleştirdiği eylemlerin meşru müdafaa kapsamında değerlendirilmesi gerektiğine de işaret edilmiştir.
Uluslararası Hukuk kurallarını hiçe sayan bu saldırının BM’nin resmi bir organı aracılığıyla meşrulaştırılmaya çalışılması dünya kamuoyunda hayli ses getirmiştir. Pek çok uluslararası örgüt ve devlet yayımlanan raporu kınayan açıklamalarda bulunmuştur.
Peki, işgal güçlerinin, insani yardım taşıyan Mavi Marmara filosuna yaptığı baskını araştırmak maksadıyla yayımlanan söz konusu rapor, uluslararası hukuk kuralları ile ne denli örtüşmektedir? Bir başka ifadeyle, İsrail’in açık denizde başka bir devletin bayrağını taşıyan ve üstelik sivil gemi niteliği bulunan ve insani yardım taşıyan bir gemiye yönelik gerçekleştirdiği eylemler uluslararası hukuk kuralları ile ne derece bağdaşmaktadır?
İsrail güçlerinin gerçekleştirdiği eylemleri hukuki açıdan bir değerlendirmeye tabi tutmak maksadıyla şu mihenk taşları dikkate alınabilir: Açık Denizlerde Seyrüsefer Hakkı, Uluslararası Hukukta Kuvvet Kullanma ve Meşru Müdafaa Hakkı, Uluslararası Hukukta Devletin Sorumluluğu.
Açık Denizlerde Seyrüsefer Hakkı
Açık denizler herhangi bir devletin egemenliğine tabi olmamakla birlikte, bu deniz alanında meydana gelebilecek olaylar bakımından uygulama imkânı bulan ve devletlerin birtakım egemenlik haklarını kullanmasını sağlayan temel ilke, bayrak yasasıdır. Buna göre açık denizlerde cereyan eden olaylarla ilgili temel yargı yetkisi Bayrak Devleti’ne aittir. Kısacası Bayrak Devleti, münhasır bir egemenlik ve bunun doğal sonucu olan yargılama hakkından yararlanmaktadır. Kısaca ifade edilen uluslararası deniz hukuku düzenlemeleri ışığında, İsrail’in yabancı bir devletin bayrağını taşıyan ve açık denizlerde seyrüsefer halinde bulunan bir gemiye müdahalesi, hukuk kurallarının ihlalini doğuracaktır.
31 Mayıs 2010’da İsrail askeri güçlerinin Mavi Marmara ve diğer gemilere yönelik gerçekleştirmiş olduğu eylemler, uluslararası deniz hukuku kuralları bakımından, ister denize kıyısı bulunsun isterse bulunmasın, her devletin gemisinin özgürce seyrüsefer etme hakkının bulunduğu uluslararası alanda cereyan etmiştir. İnsani yardım konvoyuna İsrail askerleri, kıyıdan 72 mil uzakta iken müdahale etmiş, hatta İsrail kuvvetlerinin konvoyu rahatsız etmesi 100 mil açıktayken başlamıştır.
Her devletin seyrüsefer hakkının bulunduğu bir alanda gemilere askeri güçler tarafından müdahale edilmesi, uluslararası deniz hukuku kuralları ile açıkça çelişir. Fiillerin işlendiği deniz sahası İsrail’in egemen haklarını kullanabileceği kendisine ait kara suları değildir. Kaldı ki, İsrail’in kara suları dahi olsa her devletin, bir başka devletin ve konuyla ilintili olarak İsrail’in kara sularından zararsız geçiş hakkı bulunmaktadır.
Uluslararası Hukukta Kuvvet Kullanma ve Meşru Müdafaa Hakkı
İkinci dünya savaşının ardından dünya barışını korumak amacıyla bir araya gelen devletler Birleşmiş Milletler isimli uluslararası bir örgüt kurmuşlardır. Bu örgütün temel gayesi uluslararası barışın ve güvenliğin sağlanması ve meydana gelen uyuşmazlıkların barışçıl yollarla çözülmesidir. Bu amaçla BM Antlaşması’nın 2. maddesi devletlerin birbirine karşı kuvvet kullanımını şu ifadelerle düzenleme altına almıştır: Teşkilatın üyeleri, milletlerarası münasebetlerinde gerek herhangi bir başka Devletin toprak bütünlüğüne veya siyasi bağımsızlığına karşı, gerekse Birleşmiş Milletlerin amaçları ile telif edilmeyecek herhangi bir surette, tehdide veya kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar. (BMA/2-4)
Özetle, günümüz uluslararası hukuk kurallarına göre, herhangi bir devletin tek taraflı olarak herhangi bir sorununun çözümüne yönelik kuvvet kullanması uluslararası hukuk kurallarının açık ihlali anlamına gelmektedir. Bu durumun tek bir istisnası vardır. O da yine BM Antlaşması’nın 51. Maddesinde düzenleme altına alınan meşru müdafaa hakkıdır. Söz konusu maddedeki düzenleme ise şu şekildedir: İşbu Antlaşmanın hiçbir hükmü, Birleşmiş Milletler üyelerinden birinin silahlı bir saldırıya hedef olması halinde, Güvenlik Konseyi milletlerarası barış ve güvenliğin muhafazası için lüzumlu tedbirleri alıncaya kadar, tabii olan münferit veya müşterek meşru müdafaa hakkına halel getirmez. Bu meşru müdafaa hakkını kullanarak üyelerin aldığı tedbirler derhal Güvenlik Konseyi’ne bildirilir ve Konseyin, işbu antlaşmaya dayanarak milletlerarası barış ve güvenliğin muhafaza veya iadesi için lüzumlu göreceği şekilde her an hareket etmek yetki ve ödevine hiçbir vesile tesir etmez.
Yukarıda belirtilen maddeden de açıkça anlaşılacağı üzere, eğer herhangi bir devlet silahlı saldırıya maruz kalmış ise bu saldırıyı bertaraf etmeye yönelik meşru müdafaa hakkını kullanma hakkına sahiptir.
Yukarıdaki özet açıklamalar ışığında Palmer Raporu ve Mavi Marmara gemisine yönelik İsrail askerlerinin müdahalesi değerlendirilecek olursa İsrail devleti, Mavi Marmara gemisine İsrail askerlerinin yapmış olduğu saldırıyı, meşru müdafaa hakkının kullanılması olarak dünya kamuoyuna izah etmeye çalışmaktadır. BM Antlaşması’nın 51. maddesindeki düzenleme dikkatli bir şekilde incelendiğinde meşru müdafaa hakkının kullanılabilmesi için, silahlı bir saldırının varlığının bir unsur olduğu kolaylıkla anlaşılabilir. Oysaki olayda, Gazze’ye insani yardım taşıyan, içerisinde sivil insanların bulunduğu uluslararası kamuoyuna deklare edilen bir geminin askeri kuvvetlerce saldırıya uğraması ve masum sivillerin öldürülmesi, yaralanması söz konusudur. Böyle bir eylem hiçbir şekilde meşru müdafaa hakkının kullanılması olarak düşünülemez. Kaldı ki olayda herhangi bir meşru müdafaa hakkı kullanılacak ise gemi İsrail askeri güçlerinin saldırısına açık denizde seyrüsefer hakkını kullanırken maruz kalmıştır ve bu hak geminin uyruğunda bulunduğu devlete, diğer bir ifadeyle bayrak devletine aittir, İsrail kuvvetlerine değil.
İsrail’in dayandığı bir diğer husus da, İsrail askerlerinin gemide bir dirençle karşılaşması ve sopalarla, demir çubuklarla askerlerinin gemide saldırıya uğraması, bunun neticesi olarak da meşru müdafaa kapsamında ölüm ve yaralamaların gerçekleştiğidir. Böyle bir savunmanın uluslararası hukukta haklı bir gerekçesi olamaz. Öyle dahi olsa, iç hukuk uygulamalarında olduğu gibi, meşru müdafaa hakkının varlığı için en önemli şartlardan biri de orantılılıktır. Adı geçen olayda bir tarafta siviller, diğer tarafta her türlü silahlı donanıma sahip özel askeri kuvvetler bulunmaktadır. Ve silahlı askerlerin sivilleri yaraladığı ve hatta pek çok kişinin ölümüne sebebiyet verdiği de ortadadır. Dolayısıyla olayda meşru müdafaanın orantılılık unsuru da aşılmış olup İsrail’in eylemlerinin açık bir şekilde hukuka aykırı olduğu görülmektedir.
Uluslararası Hukukta Devletin Sorumluluğu
Uluslararası hukuk sistemini ihlal eden, bu sistemin hukuk kurallarını hiçe sayan veya çiğneyen uluslararası hukuk kişisinin sorumluluğu kaçınılmazdır. Bir uluslararası hukuk kişisinin sorumlu tutulabilmesi için gerekli olan üç temel şart vardır: Uluslararası Hukuka Aykırı Davranış, Atfedilebilme (İsnadiyet), Hukuka Aykırılığı Ortadan Kaldıracak Haklı Bir Hukuki Sebebin Bulunmaması.
Mezkûr olayda İsrail’in uluslararası hukuka aykırı bir eyleminin bulunduğu açıkça ortadadır. Hukuka aykırılığı meydana getiren unsurların İsrail asker ve polisleri olması nedeniyle olayın İsrail’e atfedilebilmesi de tabii olarak mümkündür. Zira devletin yasama, yürütme yargı ve diğer herhangi bir görevini yerine getiren organların eylemleri, hangi pozisyonda olurlarsa olsunlar, gerçekleştirdikleri davranışları, devlet eylemi olarak kabul edilecektir. Dolayısıyla söz konusu hadise bakımından atfedebilme unsuru da gerçekleşmiştir. Olayda mağdur devletin rızası, meşru müdafaa, mücbir sebep, zaruret hali ve karşı önlemlerden herhangi biri de mevcut olmadığından hukuka aykırılığı ortadan kaldıran bir sebep de bulunmamaktadır. Kısaca toparlayacak olursak, devletin sorumluluğunu gerektiren her üç unsur (hukuka aykırı davranış, atfedebilme, hukuka aykırılığı ortadan kaldıracak sebebin bulunmaması) da gerçekleşmiş olup İsrail bahsi geçen saldırının bizzat faili konumundadır ve olay neticesinde doğan zararlardan bizzat sorumludur.
Değerlendirme
Temmuz 2011’de açıklanan Palmer Raporu, uluslararası hukuk düzenlemeleri ve uluslararası yargı kuruluşları kararları çerçevesinde değerlendirildiğinde Raporun hukuki olmaktan daha çok, siyasi nitelikli olduğu aşikârdır. Ayrıca, Palmer Raporu BM İnsan Hakları Konseyi’nce tayin edilen Komisyon bulguları ile de taban tabana zıttır. Yine, Palmer Raporu’nun hemen ardından aralarında Richard Falk’ın da bulunduğu BM insan hakları uzmanlarının yayımladıkları bir raporla İsrail’in Gazze’de uyguladığı deniz ablukasının uluslararası hukuka aykırı olduğunu uluslararası topluma deklare etmişlerdir. Raporda “İsrail’in Mavi Marmara baskınında aşırı güç kullandığı” belirtilmiş olmakla birlikte “Gazze’ye uyguladığı ablukanın hukuki olduğunu” öne süren Palmer Raporu da reddedilmiştir.
Sonuç olarak, İsrail askeri kuvvetlerinin eylemleri, uluslararası deniz hukuku, uluslararası ceza hukuku ve uluslararası insan hakları hukuku ihlalidir. Ve bu eylemleri meşru olarak nitelendiren Palmer Raporu, hukuki anlamda hiçbir temele oturmayan, tamamen siyasi ve ideolojik bir yaklaşımın ürünüdür.
Bu Sayfada:
Title
Title
Title