Trump Dönemi (2017–2021) Filistin Kararları ve Barış İçin Refah Vizyonu
29 Aralık 2022
Zehra Yavuz
Giriş
Kudüs için yazılan, çizilen pek çok tanımda şehrin emin belde olduğundan, kozmopolit yapısına rağmen içinde yaşayanların huzur ve güveninden bahsedilir. Barış şehri olduğu, Hristiyanlık, Yahudilik ve İslamiyet için kutsal sayıldığı ve mensuplarının bölgede birbirlerine oldukça hoşgörüyle baktıkları/ bakmaları gerektiği özellikle vurgulanır. Ancak şehrin kozmopolit yapısı, jeopolitik ve teopolitik önemi aynı zamanda vâr olan farklı dinlerin iç çıkmazları sebebiyle bölgede tamamiyle bir huzur ve sükûnet belli başlı dönemlere mahsus kalmıştır. Yüzyıllar boyunca bu coğrafyaya olan hakîmiyet kavgası bir türlü bitmemiştir. Kudüs tarihinde 2 defa tamamen yıkılmış, 23 defa işgal edilmiş, 54 defa saldırıya uğramış, 44 defa ele geçirilip tekrar kurtarılmıştır. Bilinen en eski bölge halkı Kenanîlerden itibaren günümüze kadarki süreçte bölgeye yalnızca Müslümanların ev sahipliğinde barış ve sükûnetin tam olarak hâkim olmasından kaynaklı olmuş olacak ki barış ve Kudüs kelimeleri birlikte anılmıştır. Bunun dışında herhangi bir barış söyleminin oldukça ütopik kalacağını söylemek mümkündür.
Nitekim Hristiyanların ve Yahudilerin bölgeye hâkimiyetlerinin acı tecrübelerini insanlık tarihi müşahede etmiştir. Osmanlı Devleti’nin 1917 yılında bölgeden çıkmasıyla birlikte başlayan 106 yıllık süreç ele alındığında bölgenin kendisi için yapılan tüm bu tanımlardan oldukça uzaklaştığı görülecektir.
Ortadoğu, özelinde Kudüs dünyanın kalbidir. Tarihî tecrübeyle sabittir ki Kudüs’e hâkim olan dünyaya hükmeder. “Bunun tam tersi de doğrudur. Dünyaya hâkim olanlar Kudüs’ü ellerinde tutmuşlardır. ABD’nin bütün risklerine rağmen İsrail’e yatırım yapması ve bölgede bu şekilde “fiili karakol” bulundurmasının sebebi de tam olarak budur.”
Amerika’nın İsrail’e olan desteği şüphesiz yeni değildir. Ancak son yıllarda siyasi elit içerisinde bulunan Yahudilerin ve nüfus içerisinde yaşayan 80 milyon Evanjelistin (Hristiyan Siyonist) varlığıyla bu destek çok daha bariz hale gelmiştir. ABD’nin bundan önceki her devlet başkanından, Filistin ve İsrail çıkmazına bir çözüm önerisi sunması veya bu konudaki tavrının ne olacağı dört gözle bekleniyordu. Bütün bu başkanların içerisinde Donald Trump, başkanlığı süresince daha önceki devlet başkanlarının erteleyip durduğu milat niteliğindeki kararlara imza atan ilk başkandır.
Ocak 2017 ‘de ABD’nin 45. Başkanı olarak göreve başlayan Donald Trump dönemi, Joe Biden’in 20 Ocak 2021’de kendisinden görevi devralmasına kadar şüphesiz Filistinliler için çok zorlu bir süreçti. Yalnızca Filistinliler tarafından değil, ABD siyasi eliti ve dış politika nezdinde de kararları müfrit bulunan ve önünü ardını düşünmeden hareket eden bir lider olarak yorumlanan Donald Trump, başkanlık ettiği süre boyunca Filistinliler aleyhine büyük kararlar almıştır. Öncelikle adaylık süreci vaadi olan Kudüs’ü İsrail’in bölünmez başkenti olarak tanıma kararını imzalamış, ardından ABD’nin Tel Aviv’deki büyükelçiliğini yine aynı yıl İsrail’in kuruluş tarihinin 70. yıldönümünde, 14 Mayıs’ta, Kudüs’e taşımıştır.
Eylül 2018’de FKÖ’nün Washington’daki temsilciliğini kapatma kararı alınmış, bundan sonraki süreçte bazı Filistinli siyasetçilere ABD vizesi verilmemiştir. İsrail’in 1967’de Golan Tepeleri’ni ilhakı, Mart 2019’da BM Güvenlik Konseyi tarafından geçersiz kabul edilmiş ve hukuka aykırı bulunmuştur ancak Trump burada da İsrail’in egemenliğini tanıyarak bir skandala daha imza atmıştır. Barış vizyonunun kabulü için adeta şantaj zemini oluşturan bu kararlar, Trump’ın yakın çalışma grubunun İsrail yanlısı tutumunun bir göstergesi olmuştur. İsrail’e büyükelçi olarak atanan David M. Friedman İsrail’in Batı Şeria’yı ilhakının yasadışı olmayacağını daha önce ifade eden isimdir. Vizyonu hazırlayacak komitenin başında bulunan Jared Kushner ise Netanyahu ile olan samimiyetiyle dikkat çeken bir isim olmasının yanı sıra Trump’ın döneminde kıdemli baş danışmanı ve damadıdır. Aynı zamanda Siyonist bakış açısına sahip bir Yahudi’dir.
Takvimler 28 Ocak 2020’yi gösterdiğinde Beyaz Saray’da Donald Trump, Jared Kushner ve Netanyahu, bir basın açıklaması ile “Barıştan Refaha Vizyonunu (Peace To Prosperity)” ayin havasında duyurmuşlardır. 180 sayfalık tasarı “Anlaşma”, “Barış Planı” adlarıyla dünya gündemine oturmuşsa da ortada anlaşan veya barışan iki taraftan ziyade tek ve güçlü olan tarafın dikta siyasetinden başkasını görememekteyiz. Basına duyurulurken, kaderi tayin edilmek istenen Filistin Devleti’ni temsilen bir kişinin bile orada bulunmayışı buna delil gösterilebilir. Filistin tarafı oldu bitti ile kendisine kabul ettirilmeye çalışılan bu vizyonu reddetmiştir. Mahmut Abbas vizyon için “Yüzyılın Şamarı” ifadesini kullanmıştır. İçeriği okunduğunda vizyonun Filistin’e değil barış getirmek, İsrail tarafından gasp edilen haklarının çözümünü bile sunmadığı görülecektir. Aksine hem fiilen hem de siyaseten Filistin Devleti’nin teslim olması metnin örtük -bize göre açık- ana fikri diyebiliriz. ABD’nin rolü arabuluculuktan ziyade ara bozuculuk olmuştur. Trump’ın Barış Planı olarak öne sürülen bu vizyon, Filistin tarafından reddedilmiş ve Mahmut Abbas bu vizyonun daha önce yapılan bütün görüşmeleri askıya aldığını belirtmiştir. Böylelikle bugünkü mevcut sınırları belirleyen 1993 ve 1995 Oslo Görüşmeleri de askıya alınmıştır.
Oslo Anlaşması ve FKÖ’nün Konumu
1993 yılında imzalanan ve 1995 yılında tehir edilen meselelerin nihai sonucuna ulaştığı Oslo Görüşmeleri, bugünkü Filistin Devleti sınırlarının son şeklini aldığı görüşmelerdir. 1993 Eylül’ünde Washington’da, dönemin İsrail Başbakanı İzak Rabin ve Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) lideri Yaser Arafat tarafından imzalanan Oslo Anlaşması’yla birlikte Filistin Devleti resmi olarak kurulmuş, İsrail FKÖ’yü Filistin halkının temsilcisi ve müzakerelerinin ortağı olarak tanımıştır. FKÖ de İsrail Devleti’ni tanımış ve şiddeti (!) reddetme sözü vermiştir. Yaser Arafat Filistin topraklarını uzlaşıyla paylaşma yoluna gitmiş ve yine uzlaşıyla Filistin topraklarının büyük bir kısmından vazgeçmiştir. Oslo Görüşmelerinden sonra Hamas sözcüsü Fawzı Barhoum, Oslo Anlaşması’nın Filistin için hak olan direnişi de bitirdiğini ifade etmiştir. Izak Rabin ise “İsrail’in bileğinin hakkıyla sahip olduğu şeyleri düşmana peşkeş çeken bir hain.” olduğu gerekçesiyle dönemin Likud Partisi lideri Benyamin Netanyah’nun başını çektiği aşırı sağ grubun muhalefetiyle karşı karşıya kalmıştır. Izak Rabin palazlanmış bu öfkeli muhalefet içerisinden fanatik bir yerleşimci Yigal Amir tarafından 1995 Kasım’ında 44 kurşunlanarak öldürülmüşse de İsrail milli hafızasında barışa yanaşan liderlerin akıbeti konusunda bir travma olarak yaşamaya devam etmekte.
Kısaca Oslo Anlaşması ile resmî olarak tanınan FKÖ, Filistinlilerin zaten zor olan hayatlarında veya haklarında doğru düzgün bir iyileşme sağlayamadığı gibi İsrail’in ırkçı ve ayrımcı politikalarının üzerini örtmüştür. Filistin yönetiminin kurulmasıyla bir nevi bölgede işgalin maliyeti azalmıştır. FKÖ için, İsrail adına Filistinlilerin iç işlerini yöneten ve İsrail adına onları kontrol altında tutan bir kısmî özerk yönetim yorumunda bulunabiliriz.
Batı Şeria’da Neler Oluyor?
1995 yılında Batı Şeria’ya (5.659 km²) sıkıştırılan Filistin Devleti 3 parçaya bölünerek A-B ve C bölgelerine ayrıldı. A bölgesi günümüzde kısmen Cenin, Nablus, Tulkerim, Ramallah, Eriha, Beytüllahim, el-Halil (Hebron-1) gibi şehir merkezlerini ifade etmekle birlikte, Filistin Devleti’nin hem askeri kontrolü hem de sivil yönetimi sağladığı yerlerdir. B bölgesi dediğimiz yer şehir merkezlerine yakın olmakla birlikte pek çok adacık gibi düşünebileceğimiz bölgelerdir. Buralarda sivil yönetim Filistin’e ait olsa da iç güvenlik yani kontrol İsrail’in elindedir. Filistin yönetimi bu bölgeye yalnızca kısıtlı belediye hizmeti sunmakta. Batı Şeria’nın %60’ını oluşturan ve Doğu Kudüs’ü de içinde barındıran C bölgesi ise tamamen İsrail askeri ve sivil kontrolü altındadır. Batı Şeria bütünüyle bakıldığında İsrail sömürgeci politikalarının en net görüldüğü yer diyebiliriz. Yahudi yerleşimleri, Yahudilere mahsus yollar ağı, kapalı askerî bölgeler, doğal koruma alanları, kontrol noktaları gibi pek çok ayrım yerinin bulunduğu Batı Şeria bugün 165 ayrı parçaya bölünmüş durumdadır.
Burada şunu belirtmek gerekir ki İsrail yönetimince Yahudilere mahsus inşa edilmiş oturma, sanayi ve tarım alanları, BM Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi tarafından hukuk dışı ilan edilmiştir. Ancak buna rağmen İsrail sadece Batı Şeria içerisinde 150 yasa dışı Yahudi yerleşimi inşa etmiştir. Bu yerleşim yerlerinde 2020 verilerine göre 670.000 Yahudi yaşamaktadır. Delik deşik yapısıyla İsviçre peynir modelini hatırlatan Batı Şeria’da yaşayabilir bağımsız bir devletten söz etmek mümkün olmadığı gibi, bölge FKÖ yönetiminin egemenliğinden de oldukça uzak. Filistinli nüfusun büyük çoğunluğu A ve B bölgelerinde yaşıyor. C bölgesindeki topraklar esasında bir zamanlar Filistin’in en müreffeh köyleriyken şimdi gerçekten Filistinliler için yaşam şartlarının en ağır olduğu yerler diyebiliriz. Oldukça verimli topraklara sahip olması sebebiyle, İsrail’in buradaki Filistin halkını, A ve B bölgelerine göç ettirmeye yönelik sıkı politikaları var. Burada yaşayan Filistinlilerin seyahat serbestiyetleri, okula- hastaneye erişimleri, belediye hizmetlerine erişimleri oldukça kısıtlı. Keyfi tutuklamalar, Yahudi yerleşimcilerin sürekli tacizleri, ev yıkımları, tarlalara ve ekinlere saldırılar gibi hayatı 45 dar eden pek çok uygulama ile karşı karşıyalar. Gündelik hayatı en çok kısıtlayan durum ise 2002’de güvenlik gerekçesiyle yapımına başlanan, güncel haliyle 712 km uzunluğa ve 8 m yüksekliğe sahip, %85 ‘i Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ün içinden geçen “Batı Şeria Duvarı” olmuştur.
Duvarın birbirinden ayırdığı kopuk kopuk araziler, kapı ve kontrol noktalarında keyfî bekletmeler -ki kontrol noktalarının sayısının 572 olduğu biliniyor- ve buralarda yaşanan gayri insanî muameleler sebebiyle ulaşım imkânları da oldukça zor. Ayrıca Batı Şeria’da 19 resmî ve 4 gayrı resmî mülteci kampında 800.000’in üzerinde Filistinlinin yaşadığı biliniyor. Mülteci kampları UNRWA’nın (Birleşmiş Milletler Yardım ve Çalışma Ajansı / United Nations Relief and Works Agency) kontrolü altındayken Trump yönetiminde Filistin’e yapılan UNRWA bağışları tamamen kesilmişti. Joe Biden göreve geldiği ilk haftalarda UNRWA bağışlarının tekrar sağlanacağına ve Filistin-İsrail sorununda Trump’ın politikalarını terk edeceğine ilişkin açıklamalarda bulunmuştu.
1 Temmuz 2020’de İsrail Batı Şeria’nın ilhakını başlatacağını resmen duyurdu. Gerekçe olarak Filistin Devleti’nin barışa yanaşmaması gösterildi.
Vizyonunun “Filistin Devletinin Temelleri” Başlığı
Bu başlık altında aslında Filistin Devleti’nin “zorunlu kurucu unsurları” sayılmıştır. Filistin Devleti’nin teslimiyet şartları olarak yorumlanabilir. Sayılan maddelerin kabul edilmemesi durumunda Batı Şeria’nın tamamen ilhakıyla beraber Filistin yönetiminin siyasî, sosyal ve ekonomik dışlanmışlıkla tehdit edilme durumu vardır. 1945 tarihli BM Kurucu Antlaşması’nın 2/4. Maddesine göre: “Devletler uluslararası ilişkilerde askerî güce başvuramaz, askerî güç tehdidinde bulunamaz.” Yine BM Genel Kurulunca 1970’te uzlaşma ile kabul edilen “Devletler Arasında Dostça İlişkiler” bildirisine göre: “Askerî güç kullanım tehdidinden ya da kullanımından kaynaklanan hiçbir toprak kazanımı yasal sayılmayacaktır.”
Bu başlık altında yer alan bir madde şöyledir: “Filistin Devleti diğer tüm devletler gibi terörle mücadele etmeli. Bununla birlikte uluslararası topluluğun verimli ve tehditkâr olmayan bir üyesi olmak konusunda sınır komşularına karşı sorumlu olmalı.”
Bu maddede kullanılan terör kelimesi Hamas, El-Fetih, İslamî Cihad gibi milli silahlı oluşumlardır. İsrail ve uluslararası kabule göre bu oluşumlar terör örgütleridir ve FKÖ’nün bu oluşumları desteklediği gerekçesiyle Trump döneminde ABD fon desteğini tamamen çekmiştir. Ayrıca Hamas ile FKÖ’nün uzun yıllar boyunca asla aynı zeminde buluşamadığı sürekli çatışma halinde olduğu bilinmekte. Ancak bu vizyon, nadiren aynı görüşte olan bu iki oluşumu bir araya getirmiş, FKÖ ve HAMAS bu tasarıya karşı ortak duruş sergilemişlerdir.
İsrail’in uluslararası hukuka aykırı yaptırımları ve hak ihlalleri, 1967’de Suriye’den Golan Tepeleri ve Mısır’dan Sina’nın bir kısmını işgal etmesi, yine bu savaşta Associated Press Muhabiri’nin İsrail askerlerine sorduğu “İsrail Devleti’nin sınırları neresidir?” sorusuna İsrail askerlerinin postallarını yere vurarak verdiği “Ayağımızın bastığı her yer” cevabı aslında Filistin Devleti’nin değil, İsrail’in bölgesel hatta küresel bir tehdit olduğunu ve sınır komşularına karşı sorumluluk noktasında esas uyarılması gereken taraf olduğunu bize göstermektedir.
“İsrail parlementosu Knesset’te Nil’den Fırat’a kadar uzanan bir harita halen asılı durmaktadır… Golda Meir, İsrail sınırlarıyla ilgili kendisine yöneltilen bir soruya “Sınıra ulaştığımızda size haber vereceğiz.” cevabını vermiştir."
Başka bir madde okul müfredatları ve eğitimle ilgilidir: “Filistin Devleti okul müfredatları ve ders kitapları dâhil olmak üzere sınır komşularına yönelik kin ve düşmanlık başlatacak, vâr olanı arttıracak veya suç ve şiddet eylemlerini tazmin ve teşvik edecek olan bütün programları sonlandırmalıdır.”
Bu maddeyi açıklamadan evvel Filistin yönetiminin eğitim modelini incelemek yerinde olacaktır. 1. İntifada öncesi Batı Şeria’da bulunan okullarda Ürdün müfredatı, Gazze Şeridi’nde bulunan okullarda Mısır müfredatı esas alınarak eğitim verilmekteydi. Mezun olanların mezuniyet belgesi kültürel anlamda geçerliliği olan ancak ulusal olarak denkliği bulunmayan belgelerdi. Baskı ve işgal altında öğrenim görmenin oldukça zorlaştırıldığı bir dönemde mezun olmak büyük şans sayılıyordu. Öğrencilerin almış olduğu eğitim ise kısıtlanmış, içi boşaltılmış ve sansürlenmişti. İntifada öncesi eğitim modeline ilişkin bir alıntıya yer verelim.
“Her yıl Ürdün ve Mısır’dan temin edilen ders kitapları öncelikle İsrail otoriteleri tarafından kontrol edilerek metinlerden Filistin tarihine, Filistin kimliğine, köklerine ve tarihî mirasına atıf yapan ifadeler çıkarılarak katı bir sansür uygulanmıştır. Bu sansür sadece Filistin’in tarihi, coğrafî, kültürel geçmişi ile sınırlı kalmamış, diline ve dinî değerlerine yönelik de uygulanmış böylece kimlik oluşturma yahut kimliğin fark edilme sürecinin önüne geçilmek istenmiştir.”
1993’te Oslo Anlaşması’nın bir parçası olarak eğitim sistemi ve müfredat düzenleme yetkisi bütünüyle Filistin Eğitim ve Yüksek Eğitim Bakanlığı’na (Palestinian Ministry of 47 Education Higher Education/ MoEHE) verilmiştir. Ancak Batı Şeria’nın parçalanmış yönetim ve idare yapısından dolayı MoEHE’nin eğitim sistemini kontrolü zorlaşmıştır. Sonrasında 2000’li yılların başında İkinci İntifada Dönemi patlak vermiş ve süreç içinden çıkılmaz bir hal almıştır. Okul yıkımları/ kapatılmaları, öğrencilerin sınır dışı edilmesi / okuldan atılması ve keyfi tutuklamalar, ekonomik kısıtlamalar sebebiyle Filistin Devleti’nin dünden bugüne 4 başı mamur bir eğitim modelinden söz etmek mümkün değilken, okul müfredatları ve ders kitapları dâhil olmak üzere “suç ve şiddet eylemlerini tazmin ve teşvik edecek” herhangi bir programdan söz etmek hiç mümkün değildir.
Anlaşma metninin devamında dikkat çeken bir diğer madde şudur: “Filistinliler tüm bölgelerindeki sivil ve hukuki yaptırımları kontrol edebilecek nüfuza ulaşmalı ve nüfusu silahsızlandırmalıdır.”
Bu madde altında Filistin Devleti’nin askerî güçten arındırılmasından, dış tehditlere karşı güvenliğinden tamamen İsrail’in sorumlu tutulmasından söz edilmektedir. Gerekçe olarak güvenlik için ayrılması gereken fonların Filistin yönetimince altyapıya, eğitime ve sağlığa ayrılması gösterilmiştir. Sivil- hukuki yaptırımlar ve nüfusun silahsızlandırılması ifadelerini açacak olursak öncelikle İsrail için böylesi bir kararın uygulamaya konulması ihtiyaçtır. Özellikle Batı Şeria’da askeri ve sivil hukuk ayrımı, Yahudi yerleşimcileri çok daha saldırgan hale getiriyor çünkü oldukça tavizkâr bir hukuk sistemi görülüyor. 2015’te Devabiş ailesinin evinin bir yerleşimci tarafından kundaklanması ve biri bebek üç kişilik bir ailenin yok oluşu, 2014’te Muhammed Ebu Hudayr’ın yerleşimciler tarafından kaçırılıp, benzin dökülerek diri diri yakılması, haberlerde sık sık önümüze düşen araçlarını Filistinlilerin üzerine süren yerleşimcilerin görüntüleri gibi daha sayamayacağımız pek çok taciz… Cezai işlemler noktasında da İsrail’in faillere kamu vicdanını tatmin edici hiçbir yaptırımı bulunmamakta.
Halkın silahsızlandırılması üzerine: İsrail Kamu Yayın Kuruluşu’nun, Eylül 2022’de Nablus Huvara yolu üzerinde İsrail ordusuna destek verme gerekçesiyle Yahudi yerleşimciler tarafından oluşturulan silahlı milis bir grubun gece devriyesine çıktığını duyurması bunun en yakın örneğidir. Yerleşimcilerin çoğunun İntifada dönemlerinden sonra silahlandırıldıklarını ve yerleştikleri bölgelerde saldırgan tavırlarla dolaştıklarını biliyoruz. Nitekim Yahudi yerleşimcilerin en fanatiklerinin bulunduğu el-Halil’de yaşanan katliamı hatırlayalım. Baruch Goldstein isimli fanatik bir Yahudi 1994 Şubat’ında bir sabah Halilurrahman Camii’ndeki sabah namazı cemaatini tarayarak 29 kişiyi şehit etmiş, 125 kişiyi de yaralamıştı.
Yerleşimcilerin silahlı veya silahsız Filistinlilere karşı oldukça saldırgan bir tutum benimsedikleri ve maddi manevî Filistinlilere hayatı dar ettikleri sayısız örnek bulunmaktadır. Kenize Mourad’ın ‘Toprağımızın Kokusu’ kitabında aktardığı Haham Erich Ascherman’ın 48 söylediği şu söz yerleşimcilerin bu tutumlarını özet mahiyetindedir: ‘‘Yerleşimciler, malî açıdan hayatta kalmalarını imkânsız kılacak şekilde Filistinlileri yeterince taciz ederseniz tek bir kurşun dahi atmadan onları terk ettirirsiniz düşüncesindedirler.”
İsrail %60’ını elinde tuttuğu Batı Şeria’da, henüz Filistinliler için asayişi (!) sağlayamazken, ABD’nin dış tehditlere karşı Filistin’i İsrail’in eline bırakıvermesi kabul edilebilir değildir. Ayrıca bahsi geçen örnekler bu kararın ayniyle İsrail için uygulanması gerektiğine, Filistin Devleti’nin silahsızlandırılması durumunda bu gibi katliamlara karşı özellikle sivil halkın çok daha savunmasız kalacağı noktasında bizi ikna etmektedir.
Vizyonun bundan sonraki ifadelerinde Filistin Devleti’nin alt yapı ve kalkınmasıyla ilgili atılacak tamamen “iyi niyet temelli” adımlardan söz ediliyor. UNRWA bağışlarının Trump yönetiminde durdurulması ve Washington FKÖ temsilciliğinin kapatılmasının bu anlaşma özelinde “Uluslararası destek ve kabul” için bir şantaj zemini olduğundan söz etmiştik. Bununla beraber ekonomik kalkınma ve altyapı desteği ile ilgili Filistin’e fon sağlama durumu, Filistin yönetiminin güvenlikle ilgili kriterleri (silahsızlandırma, terörü reddetme vs.) yerine getirmesi şartına bağlanmıştır. Vizyona göre bu şartlar sağlandığında ABD, altyapı ve devlet inşası için kullanılmak üzere Filistin’e 50 milyar dolar yardım yapacaktır.
Vizyonun Filistin için ihtar niteliği taşıyan bir diğer maddesi, uluslararası mahkeme ve örgütler konusundadır. Bunun için bir alıntıya yer vermek uygun olacaktır: “Vizyon’un diğer tartışmalı unsuru da Filistin’in uluslararası hukuku ve uluslararası örgütleri kullanarak devlet inşası sürecinin önüne geçmeye çalışmasıdır. Vizyon, Filistin’in uluslararası ceza hukukuna, uluslararası insancıl hukuk metinlerine ve ilgili kurumlarına başvurmasını engellemeye çalışmıştır ve dolayısıyla Filistin’in UCM üyeliğine ve ilgili girişimlerine bizzat Vizyon’da yer verilmiştir. Buna göre Filistin Otoritesi; UCM’de, Uluslararası Adalet Divanı’nda (UAD) veya başka hukuki mercilerde İsrail’in ve ABD’nin yargılanmasına dair taleplerini geri çekecektir. Filistin, İsrail’in aleyhine siyasi ve hukuki adımların atılmasına neden olacak ve Filistin’in silahsızlandırılmasını durduracak uluslararası örgütlere ve İsrail’in onayı olmadan herhangi bir uluslararası kuruluşa üye olamayacaktır.” Bu şartlar sağlandığında devlet inşası için vadedilen desteğin sağlanacağı bildirilmektedir.
Vizyonun “Dinler Bakımından Kudüs Meselesi” Başlığı
Bu başlıkta ise Kudüs’ün Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar için öneminden bahsedilmiş ve Mescid-i Aksa’nın içerisinde her din mensubuna eşit şartlarda ibadet özgürlüğüne kapı aralanmaya çalışılmıştır. Bu maddede özellikle geçen “barışçıl ibadetçiler” kavramında, İsrail askerlerinin yerleşimciler eşliğinde Mescid-i Aksa’ya baskın yaptığı sırada içeride ribat tutan Filistinlilerin, onlar alanı terk edene kadar sesli bir şekilde tekbir getirmelerine atıf vardır. Filistinlilerin bu davranışları vizyonda “terör yanlısı söylem ve tutumlar” kapsamında değerlendirilmiş, “barışçıl olmayan ibadetçilerin alana girişinin kısıtlanmasından” söz edilmiştir. Vizyon “Tapınak Dağı’nın dinî ve özel günlerde her din mensubunca kullanılabilinir bir statüsünün olması gerektiğini” öngörmektedir.
Nihayetinde geçmiş yılların tecrübesiyle pratikte uygulamasının imkânsız olduğu aşikâr bir başlık daha görüyoruz. İsrail uluslararası söylemlerinin aksine Mescid-i Aksa içerisinde huzur ve güveni bozan taraf olduğu gibi bahsettiği ibadet özgürlüğüne de hiçbir zaman saygı duymamış, Müslümanların giriş ve çıkışlarına kısıtlamalar koymuş, keyfî olarak ibadeti engellemiştir. Arazi içerisinde bulunan mescid ve tarihi eserlerin yapısına zarar vermiştir. Mescid’i Aksa altına inşa edilen sinagog ve tüneller sebebiyle Aksa içerisinde oluşan mermer göçükleri, aynı zamanda tarihî eser ve yapılardaki mermi izleri bunun en güzel örneğidir. Geçtiğimiz yıllarda yapılan baskınlarda Kıble Mescidi içerisindeki vitray camların kurşunlanmasıyla oluşan tahribatı da hatırlamak gerekir. Henüz bu tahribat onarılamamışken 5 Nisan 2023 Ramazan ayında bu olayların tekrarı yaşanmıştır. Yahudi yerleşimcilerin 2023 Pesah Bayramı arefesinde Mescid-i Aksa’ya girmek istemeleri ardından İsrail polisinin Kıble Mescidi içerisinde ibadet eden Müslümanlara yönelik şiddet görüntüleri, orantısız güç kullanımı ve yeniden kırılan vitray camlar İsrail’in Müslümanlara yönelik şiddet yanlısı politikasını ortaya koymaktadır.
Yahudi yerleşimcilern Aksa içerisinde ibadet maksatlı bulunması, dinî hoşgörü çerçevesinde değerlendirilemez. Çünkü İsrail’in bu ibadetleri yalnızca “ibadet” boyutuyla değil egemenliğinin ve hâkimiyetinin bir göstergesi olarak gördüğü açıktır. Öyle ki -daha önce de pek çok kez teşebbüs etmekle beraber- 23 Ocak 2023’te Mescid-i Aksa’ya düzenlenen baskında fanatik yerleşimciler, Aksa içerisinde İsrail bayrağı açmışlardır. Yine Mart 2023’te İsrail İçişleri Bakanlığı’nın Mescid-i Aksa’nın Batı kısmından çekilmiş, üzerinden Kubbetu’s-Sahra’nın silinmiş olduğu bir fotoğrafı resmî dairelerde kullanmaya başlaması, esasında burada ibadet özgürlüğünün yalnızca kendilerine mahsus olmasını istediklerinin açık bir göstergesidir.
İsrail Dış İşleri Bakanlığı sosyal medya hesabından Müslümanların Mescid-i Aksa’da özel gün ve gecelere mahsus kalabalık gruplar halinde ibadet ettikleri görüntüleri ön plana çıkararak ibadet özgürlüğü başlığıyla paylaşımlar yapmaktadır. İsrail’in her sene özellikle Yahudi dinî bayramlarında Mescid-i Aksa içerisinde dini hoşgörü ve saygıyla asla bağdaşmayan politikaları bu söylemlerin altının ne denli boş olduğunu kanıtlar niteliktedir. Bu söylemlerin yerleşimcilerin alana girişine ve içeride ibadet etmelerine zemin oluşturma amacıyla yapıldığını öngörmek zor değildir.
Bununla birlikte bugün İsrail aşırı sağının ve yerleşimcilerinin sosyal, siyasal, dini talepleri her zaman önceliklidir. İsrail siyaseti ve Siyonizm de zaman içerisinde değişime uğramıştır. Siyonizm ideolojisi ilk ortaya çıktığında dindarlar içerisinden taraftar bulamazken, bugün tasarıda bulunan dinî gerekçelerin Siyonist Devlet’in bölgedeki meşruiyeti için öne sürülmesinin açıklaması da bu olsa gerektir. 2023’e girmeden hemen önce başa gelen Netanyahu ve kurduğu aşırı sağ hükumet için, baskınlar veya Filistinlilerle ilgili diğer meselelerin halledilmesi siyasî vaatlerdir. Sonuç olarak Mescid-i Aksa paylaşılabilecek veya ortak kullanıma açık olabilecek statüde bir alan değildir.
Bir diğer mesele vizyonda Kudüs’ün Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar için önemi anlatılırken dinî gerekçelerin Yahudiler için oldukça eski dönemlere dayandırılması ve Yahudilerin bölgede bulunuşuna tarihsel açıdan da meşruiyet sağlama yoluna gidilmesidir. Müslümanlar için Kudüs’ün önemi ise yalnızca İsra ve Miraç hadisesine ve Mescid-i Aksa’nın ilk kıble olmasına dayandırılırken bu hadiselerden sonra sanki birdenbire Kudüs’ün önem kazanıvermesi gibi bir tablo çizilmeye çalışılmıştır. Yahudiler içinse 3000 yıllık tarihten söz edilmektedir. Ancak bölgede geçirilen sürenin uzunluğu bir toprağın ilhakı için meşru sayılamaz. Yusuf el-Karadavî şöyle söyler:
“Gurbette geçirilen sürenin uzunluğu gerekçe gösterilerek bir yeri sahiplenme söz konusu olacaksa İbrahim (as) ve çocuklarının 200 yıl kaldıkları; iki kişiyle gelip 70 kişiyle terk ettikleri Filistin toprakları yerine, 430 yıl kaldıkları Mısır topaklarında hak talep etmeleri gerekirdi.”
Vizyonun en can alıcı başlıklarından birisi de Kudüs’ün statüsüdür. Komiteye göre Kudüs İsrail’in bölünmez başkentidir. Ancak FKÖ Yönetimi sayılan kriterlere uyarsa Doğu Kudüs’te Müslümanların ve Mescid-i Aksa’nın da içinde bulunduğu mahalleler (Abu Dis) Filistin Devleti’nin başkenti sayılacaktır. Hem bölünmez hem bölünmüş Kudüs ifadeleri aslında alınan kararın imkânsızlığını ortaya koymaktadır. Barış vizyonu diye öne sürülen tasarıda bir sonraki cümle bir öncekini tekzip etmektedir. Tüm bu açıklamaları göz önünde bulundurduğumuzda vizyonun problem çözmekten oldukça uzak olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Öz olarak geçmiş müzakere ve alınan kararların gerçekçi olmadığı ve bölgeye barış getirmediği gerekçesiyle ortaya sürülen bu vizyonun amacı: İsrail ve Filistin eksenli problemler sarmalını çözdükten sonra ABD, İsrail, Filistin, Ürdün, Mısır, BAE, Suudi Arabistan’ın içinde bulunduğu bölgesel bir güvenlik komitesi oluşturarak Ortadoğu’ya barış getirmektir. Türkiye Dışişleri Bakanlığı anlaşmayı “ölü doğan bir anlaşma” olarak nitelemiştir. Trump başka ülkelerden tepki alsa da Ortadoğu’da anlaşmayı destekleyen sınır ve körfez ülkelerinin Filistin direnişine dair geleneksel ortak duruşu çoktan kaybettiğini de söylemek mümkün. Vizyonu kabul edilmesi örtük şekilde icbâra zorlanan Filistin Devleti bu kararı sert bir dille reddetmiştir. Böylelikle zaten paramparça şekliyle ilhak edilmiş olan Batı Şeria’da bundan sonraki yaşanacak olan her hukuksuzluğa zemin oluşturulmuştur. Trump döneminde alınan büyük kararlardan geri dönülmesi noktasında bundan sonraki ABD başkanlarından herhangi bir geri adım beklemek fazlasıyla iyimser olacaktır. Döneminde denge gözetmeyen Trump’ın, başkanlığı Joe Biden’a devretmesi Filistinliler nezdinde eski Obama dönemine geçiş olarak yorumlanmıştır. En azından UNRWA bağışlarının tekrar sağlanması ve İsrail’e koşulsuz şartsız desteğin kısmen önünün kesilmesiyle, pandemi döneminin de etkisiyle ekonomik olarak oldukça zorlanan Filistinlilerin girdiği dar boğazın kısmen genişleyeceğini söylemek mümkün. Biden yönetimi için, Trump dönemine kıyasla optimistik bakış açısı, Biden’ın Filistin- İsrail meselesinde diplomasi dilini kullanılacağı ve uluslararası hukuk normlarını dikkate alacağı beklentisi etrafında şekillenmektedir. ABD bundan önceki başkanlık dönemlerinde Filistin’le ilgili duruşunu somut bir şekilde ortaya koymakta çekimser davransa da, Trump, döneminde aldığı kararlarla bu çekimserliği bir anda ortadan kaldırıvermişti. Biden’in bahsi geçen vizyonun geçersizliğini açıklamaması vizyonun halen geçerliliğini koruduğunun dolayısıyla Filistin Devleti’ne yönelik bu tavrın örtük veya açık devam edeceğinin göstergesidir.
KAYNAKÇA:
-GÜNDÜZ Süleyman, “Dünya Barışının Zembereği Kudüs”, Derin Tarih, Özel S.10,2017, s.188
-KILINÇ Taha, Ortadoğu’ya Dair Yirmi Tez, Ketebe Yayınları, İstanbul,2021, s.42
-İNSAMER, Batı Şeria’nın İlhakı, İnfografik
-Refah İçin Barış Vizyonu s.33 “Foundations of a Palestinian State”
-Prof. Dr. Yusuf el- Karadâvî. “Her Müslümanın Ortak Davası KUDÜS”. Trc. İzzet Marangozoğlu. İstanbul: Nida Yayıncılık, Ocak 2018. 13. Baskı, s. 58
-Ercümen, Merve Aksoy, “Filistin’de Eğitim: İsrail’in Yıldırma ve Şiddet Politikalarına Direnen Eğitimli Bir Halk”, Araştırma 82, İNSAMER, Ekim 2018.
-Prof. Dr. Yusuf el- Karadâvî. “Her Müslümanın Ortak Davası KUDÜS”. Trc. İzzet Marangozoğlu. İstanbul: Nida Yayıncılık, Ocak 2018. 13. Baskı, s. 116
-Gürseler C. (2021). Filistin-İsrail Sorununda Trump’ın Faıt Accomplı Girişimi: “Yüzyılın Planı”. Barış Araştırmaları ve Çatışma Çözümleri Dergisi, 9(2), 378-415
-Refah İçin Barış Vizyonu s.14 “Jarusalem Relıgıous Aspects Of The Jarusalem Issue”
-Yusuf el- Karadavî’nin Yahudilerin tarihsel ve dinsel olarak Kudüs’te hak iddia etmelerine yönelik reddiyesi için bkz. “Her Müslümanın Ortak Davası Kudüs”
-Sınmaz Kadriye. ABD’nin dönüşen İsrail Politikası. İNSAMER 12.03.2021.
Giriş
Kudüs için yazılan, çizilen pek çok tanımda şehrin emin belde olduğundan, kozmopolit yapısına rağmen içinde yaşayanların huzur ve güveninden bahsedilir. Barış şehri olduğu, Hristiyanlık, Yahudilik ve İslamiyet için kutsal sayıldığı ve mensuplarının bölgede birbirlerine oldukça hoşgörüyle baktıkları/ bakmaları gerektiği özellikle vurgulanır. Ancak şehrin kozmopolit yapısı, jeopolitik ve teopolitik önemi aynı zamanda vâr olan farklı dinlerin iç çıkmazları sebebiyle bölgede tamamiyle bir huzur ve sükûnet belli başlı dönemlere mahsus kalmıştır. Yüzyıllar boyunca bu coğrafyaya olan hakîmiyet kavgası bir türlü bitmemiştir. Kudüs tarihinde 2 defa tamamen yıkılmış, 23 defa işgal edilmiş, 54 defa saldırıya uğramış, 44 defa ele geçirilip tekrar kurtarılmıştır. Bilinen en eski bölge halkı Kenanîlerden itibaren günümüze kadarki süreçte bölgeye yalnızca Müslümanların ev sahipliğinde barış ve sükûnetin tam olarak hâkim olmasından kaynaklı olmuş olacak ki barış ve Kudüs kelimeleri birlikte anılmıştır. Bunun dışında herhangi bir barış söyleminin oldukça ütopik kalacağını söylemek mümkündür.
Nitekim Hristiyanların ve Yahudilerin bölgeye hâkimiyetlerinin acı tecrübelerini insanlık tarihi müşahede etmiştir. Osmanlı Devleti’nin 1917 yılında bölgeden çıkmasıyla birlikte başlayan 106 yıllık süreç ele alındığında bölgenin kendisi için yapılan tüm bu tanımlardan oldukça uzaklaştığı görülecektir.
Ortadoğu, özelinde Kudüs dünyanın kalbidir. Tarihî tecrübeyle sabittir ki Kudüs’e hâkim olan dünyaya hükmeder. “Bunun tam tersi de doğrudur. Dünyaya hâkim olanlar Kudüs’ü ellerinde tutmuşlardır. ABD’nin bütün risklerine rağmen İsrail’e yatırım yapması ve bölgede bu şekilde “fiili karakol” bulundurmasının sebebi de tam olarak budur.”
Amerika’nın İsrail’e olan desteği şüphesiz yeni değildir. Ancak son yıllarda siyasi elit içerisinde bulunan Yahudilerin ve nüfus içerisinde yaşayan 80 milyon Evanjelistin (Hristiyan Siyonist) varlığıyla bu destek çok daha bariz hale gelmiştir. ABD’nin bundan önceki her devlet başkanından, Filistin ve İsrail çıkmazına bir çözüm önerisi sunması veya bu konudaki tavrının ne olacağı dört gözle bekleniyordu. Bütün bu başkanların içerisinde Donald Trump, başkanlığı süresince daha önceki devlet başkanlarının erteleyip durduğu milat niteliğindeki kararlara imza atan ilk başkandır.
Ocak 2017 ‘de ABD’nin 45. Başkanı olarak göreve başlayan Donald Trump dönemi, Joe Biden’in 20 Ocak 2021’de kendisinden görevi devralmasına kadar şüphesiz Filistinliler için çok zorlu bir süreçti. Yalnızca Filistinliler tarafından değil, ABD siyasi eliti ve dış politika nezdinde de kararları müfrit bulunan ve önünü ardını düşünmeden hareket eden bir lider olarak yorumlanan Donald Trump, başkanlık ettiği süre boyunca Filistinliler aleyhine büyük kararlar almıştır. Öncelikle adaylık süreci vaadi olan Kudüs’ü İsrail’in bölünmez başkenti olarak tanıma kararını imzalamış, ardından ABD’nin Tel Aviv’deki büyükelçiliğini yine aynı yıl İsrail’in kuruluş tarihinin 70. yıldönümünde, 14 Mayıs’ta, Kudüs’e taşımıştır.
Eylül 2018’de FKÖ’nün Washington’daki temsilciliğini kapatma kararı alınmış, bundan sonraki süreçte bazı Filistinli siyasetçilere ABD vizesi verilmemiştir. İsrail’in 1967’de Golan Tepeleri’ni ilhakı, Mart 2019’da BM Güvenlik Konseyi tarafından geçersiz kabul edilmiş ve hukuka aykırı bulunmuştur ancak Trump burada da İsrail’in egemenliğini tanıyarak bir skandala daha imza atmıştır. Barış vizyonunun kabulü için adeta şantaj zemini oluşturan bu kararlar, Trump’ın yakın çalışma grubunun İsrail yanlısı tutumunun bir göstergesi olmuştur. İsrail’e büyükelçi olarak atanan David M. Friedman İsrail’in Batı Şeria’yı ilhakının yasadışı olmayacağını daha önce ifade eden isimdir. Vizyonu hazırlayacak komitenin başında bulunan Jared Kushner ise Netanyahu ile olan samimiyetiyle dikkat çeken bir isim olmasının yanı sıra Trump’ın döneminde kıdemli baş danışmanı ve damadıdır. Aynı zamanda Siyonist bakış açısına sahip bir Yahudi’dir.
Takvimler 28 Ocak 2020’yi gösterdiğinde Beyaz Saray’da Donald Trump, Jared Kushner ve Netanyahu, bir basın açıklaması ile “Barıştan Refaha Vizyonunu (Peace To Prosperity)” ayin havasında duyurmuşlardır. 180 sayfalık tasarı “Anlaşma”, “Barış Planı” adlarıyla dünya gündemine oturmuşsa da ortada anlaşan veya barışan iki taraftan ziyade tek ve güçlü olan tarafın dikta siyasetinden başkasını görememekteyiz. Basına duyurulurken, kaderi tayin edilmek istenen Filistin Devleti’ni temsilen bir kişinin bile orada bulunmayışı buna delil gösterilebilir. Filistin tarafı oldu bitti ile kendisine kabul ettirilmeye çalışılan bu vizyonu reddetmiştir. Mahmut Abbas vizyon için “Yüzyılın Şamarı” ifadesini kullanmıştır. İçeriği okunduğunda vizyonun Filistin’e değil barış getirmek, İsrail tarafından gasp edilen haklarının çözümünü bile sunmadığı görülecektir. Aksine hem fiilen hem de siyaseten Filistin Devleti’nin teslim olması metnin örtük -bize göre açık- ana fikri diyebiliriz. ABD’nin rolü arabuluculuktan ziyade ara bozuculuk olmuştur. Trump’ın Barış Planı olarak öne sürülen bu vizyon, Filistin tarafından reddedilmiş ve Mahmut Abbas bu vizyonun daha önce yapılan bütün görüşmeleri askıya aldığını belirtmiştir. Böylelikle bugünkü mevcut sınırları belirleyen 1993 ve 1995 Oslo Görüşmeleri de askıya alınmıştır.
Oslo Anlaşması ve FKÖ’nün Konumu
1993 yılında imzalanan ve 1995 yılında tehir edilen meselelerin nihai sonucuna ulaştığı Oslo Görüşmeleri, bugünkü Filistin Devleti sınırlarının son şeklini aldığı görüşmelerdir. 1993 Eylül’ünde Washington’da, dönemin İsrail Başbakanı İzak Rabin ve Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) lideri Yaser Arafat tarafından imzalanan Oslo Anlaşması’yla birlikte Filistin Devleti resmi olarak kurulmuş, İsrail FKÖ’yü Filistin halkının temsilcisi ve müzakerelerinin ortağı olarak tanımıştır. FKÖ de İsrail Devleti’ni tanımış ve şiddeti (!) reddetme sözü vermiştir. Yaser Arafat Filistin topraklarını uzlaşıyla paylaşma yoluna gitmiş ve yine uzlaşıyla Filistin topraklarının büyük bir kısmından vazgeçmiştir. Oslo Görüşmelerinden sonra Hamas sözcüsü Fawzı Barhoum, Oslo Anlaşması’nın Filistin için hak olan direnişi de bitirdiğini ifade etmiştir. Izak Rabin ise “İsrail’in bileğinin hakkıyla sahip olduğu şeyleri düşmana peşkeş çeken bir hain.” olduğu gerekçesiyle dönemin Likud Partisi lideri Benyamin Netanyah’nun başını çektiği aşırı sağ grubun muhalefetiyle karşı karşıya kalmıştır. Izak Rabin palazlanmış bu öfkeli muhalefet içerisinden fanatik bir yerleşimci Yigal Amir tarafından 1995 Kasım’ında 44 kurşunlanarak öldürülmüşse de İsrail milli hafızasında barışa yanaşan liderlerin akıbeti konusunda bir travma olarak yaşamaya devam etmekte.
Kısaca Oslo Anlaşması ile resmî olarak tanınan FKÖ, Filistinlilerin zaten zor olan hayatlarında veya haklarında doğru düzgün bir iyileşme sağlayamadığı gibi İsrail’in ırkçı ve ayrımcı politikalarının üzerini örtmüştür. Filistin yönetiminin kurulmasıyla bir nevi bölgede işgalin maliyeti azalmıştır. FKÖ için, İsrail adına Filistinlilerin iç işlerini yöneten ve İsrail adına onları kontrol altında tutan bir kısmî özerk yönetim yorumunda bulunabiliriz.
Batı Şeria’da Neler Oluyor?
1995 yılında Batı Şeria’ya (5.659 km²) sıkıştırılan Filistin Devleti 3 parçaya bölünerek A-B ve C bölgelerine ayrıldı. A bölgesi günümüzde kısmen Cenin, Nablus, Tulkerim, Ramallah, Eriha, Beytüllahim, el-Halil (Hebron-1) gibi şehir merkezlerini ifade etmekle birlikte, Filistin Devleti’nin hem askeri kontrolü hem de sivil yönetimi sağladığı yerlerdir. B bölgesi dediğimiz yer şehir merkezlerine yakın olmakla birlikte pek çok adacık gibi düşünebileceğimiz bölgelerdir. Buralarda sivil yönetim Filistin’e ait olsa da iç güvenlik yani kontrol İsrail’in elindedir. Filistin yönetimi bu bölgeye yalnızca kısıtlı belediye hizmeti sunmakta. Batı Şeria’nın %60’ını oluşturan ve Doğu Kudüs’ü de içinde barındıran C bölgesi ise tamamen İsrail askeri ve sivil kontrolü altındadır. Batı Şeria bütünüyle bakıldığında İsrail sömürgeci politikalarının en net görüldüğü yer diyebiliriz. Yahudi yerleşimleri, Yahudilere mahsus yollar ağı, kapalı askerî bölgeler, doğal koruma alanları, kontrol noktaları gibi pek çok ayrım yerinin bulunduğu Batı Şeria bugün 165 ayrı parçaya bölünmüş durumdadır.
Burada şunu belirtmek gerekir ki İsrail yönetimince Yahudilere mahsus inşa edilmiş oturma, sanayi ve tarım alanları, BM Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi tarafından hukuk dışı ilan edilmiştir. Ancak buna rağmen İsrail sadece Batı Şeria içerisinde 150 yasa dışı Yahudi yerleşimi inşa etmiştir. Bu yerleşim yerlerinde 2020 verilerine göre 670.000 Yahudi yaşamaktadır. Delik deşik yapısıyla İsviçre peynir modelini hatırlatan Batı Şeria’da yaşayabilir bağımsız bir devletten söz etmek mümkün olmadığı gibi, bölge FKÖ yönetiminin egemenliğinden de oldukça uzak. Filistinli nüfusun büyük çoğunluğu A ve B bölgelerinde yaşıyor. C bölgesindeki topraklar esasında bir zamanlar Filistin’in en müreffeh köyleriyken şimdi gerçekten Filistinliler için yaşam şartlarının en ağır olduğu yerler diyebiliriz. Oldukça verimli topraklara sahip olması sebebiyle, İsrail’in buradaki Filistin halkını, A ve B bölgelerine göç ettirmeye yönelik sıkı politikaları var. Burada yaşayan Filistinlilerin seyahat serbestiyetleri, okula- hastaneye erişimleri, belediye hizmetlerine erişimleri oldukça kısıtlı. Keyfi tutuklamalar, Yahudi yerleşimcilerin sürekli tacizleri, ev yıkımları, tarlalara ve ekinlere saldırılar gibi hayatı 45 dar eden pek çok uygulama ile karşı karşıyalar. Gündelik hayatı en çok kısıtlayan durum ise 2002’de güvenlik gerekçesiyle yapımına başlanan, güncel haliyle 712 km uzunluğa ve 8 m yüksekliğe sahip, %85 ‘i Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ün içinden geçen “Batı Şeria Duvarı” olmuştur.
Duvarın birbirinden ayırdığı kopuk kopuk araziler, kapı ve kontrol noktalarında keyfî bekletmeler -ki kontrol noktalarının sayısının 572 olduğu biliniyor- ve buralarda yaşanan gayri insanî muameleler sebebiyle ulaşım imkânları da oldukça zor. Ayrıca Batı Şeria’da 19 resmî ve 4 gayrı resmî mülteci kampında 800.000’in üzerinde Filistinlinin yaşadığı biliniyor. Mülteci kampları UNRWA’nın (Birleşmiş Milletler Yardım ve Çalışma Ajansı / United Nations Relief and Works Agency) kontrolü altındayken Trump yönetiminde Filistin’e yapılan UNRWA bağışları tamamen kesilmişti. Joe Biden göreve geldiği ilk haftalarda UNRWA bağışlarının tekrar sağlanacağına ve Filistin-İsrail sorununda Trump’ın politikalarını terk edeceğine ilişkin açıklamalarda bulunmuştu.
1 Temmuz 2020’de İsrail Batı Şeria’nın ilhakını başlatacağını resmen duyurdu. Gerekçe olarak Filistin Devleti’nin barışa yanaşmaması gösterildi.
Vizyonunun “Filistin Devletinin Temelleri” Başlığı
Bu başlık altında aslında Filistin Devleti’nin “zorunlu kurucu unsurları” sayılmıştır. Filistin Devleti’nin teslimiyet şartları olarak yorumlanabilir. Sayılan maddelerin kabul edilmemesi durumunda Batı Şeria’nın tamamen ilhakıyla beraber Filistin yönetiminin siyasî, sosyal ve ekonomik dışlanmışlıkla tehdit edilme durumu vardır. 1945 tarihli BM Kurucu Antlaşması’nın 2/4. Maddesine göre: “Devletler uluslararası ilişkilerde askerî güce başvuramaz, askerî güç tehdidinde bulunamaz.” Yine BM Genel Kurulunca 1970’te uzlaşma ile kabul edilen “Devletler Arasında Dostça İlişkiler” bildirisine göre: “Askerî güç kullanım tehdidinden ya da kullanımından kaynaklanan hiçbir toprak kazanımı yasal sayılmayacaktır.”
Bu başlık altında yer alan bir madde şöyledir: “Filistin Devleti diğer tüm devletler gibi terörle mücadele etmeli. Bununla birlikte uluslararası topluluğun verimli ve tehditkâr olmayan bir üyesi olmak konusunda sınır komşularına karşı sorumlu olmalı.”
Bu maddede kullanılan terör kelimesi Hamas, El-Fetih, İslamî Cihad gibi milli silahlı oluşumlardır. İsrail ve uluslararası kabule göre bu oluşumlar terör örgütleridir ve FKÖ’nün bu oluşumları desteklediği gerekçesiyle Trump döneminde ABD fon desteğini tamamen çekmiştir. Ayrıca Hamas ile FKÖ’nün uzun yıllar boyunca asla aynı zeminde buluşamadığı sürekli çatışma halinde olduğu bilinmekte. Ancak bu vizyon, nadiren aynı görüşte olan bu iki oluşumu bir araya getirmiş, FKÖ ve HAMAS bu tasarıya karşı ortak duruş sergilemişlerdir.
İsrail’in uluslararası hukuka aykırı yaptırımları ve hak ihlalleri, 1967’de Suriye’den Golan Tepeleri ve Mısır’dan Sina’nın bir kısmını işgal etmesi, yine bu savaşta Associated Press Muhabiri’nin İsrail askerlerine sorduğu “İsrail Devleti’nin sınırları neresidir?” sorusuna İsrail askerlerinin postallarını yere vurarak verdiği “Ayağımızın bastığı her yer” cevabı aslında Filistin Devleti’nin değil, İsrail’in bölgesel hatta küresel bir tehdit olduğunu ve sınır komşularına karşı sorumluluk noktasında esas uyarılması gereken taraf olduğunu bize göstermektedir.
“İsrail parlementosu Knesset’te Nil’den Fırat’a kadar uzanan bir harita halen asılı durmaktadır… Golda Meir, İsrail sınırlarıyla ilgili kendisine yöneltilen bir soruya “Sınıra ulaştığımızda size haber vereceğiz.” cevabını vermiştir."
Başka bir madde okul müfredatları ve eğitimle ilgilidir: “Filistin Devleti okul müfredatları ve ders kitapları dâhil olmak üzere sınır komşularına yönelik kin ve düşmanlık başlatacak, vâr olanı arttıracak veya suç ve şiddet eylemlerini tazmin ve teşvik edecek olan bütün programları sonlandırmalıdır.”
Bu maddeyi açıklamadan evvel Filistin yönetiminin eğitim modelini incelemek yerinde olacaktır. 1. İntifada öncesi Batı Şeria’da bulunan okullarda Ürdün müfredatı, Gazze Şeridi’nde bulunan okullarda Mısır müfredatı esas alınarak eğitim verilmekteydi. Mezun olanların mezuniyet belgesi kültürel anlamda geçerliliği olan ancak ulusal olarak denkliği bulunmayan belgelerdi. Baskı ve işgal altında öğrenim görmenin oldukça zorlaştırıldığı bir dönemde mezun olmak büyük şans sayılıyordu. Öğrencilerin almış olduğu eğitim ise kısıtlanmış, içi boşaltılmış ve sansürlenmişti. İntifada öncesi eğitim modeline ilişkin bir alıntıya yer verelim.
“Her yıl Ürdün ve Mısır’dan temin edilen ders kitapları öncelikle İsrail otoriteleri tarafından kontrol edilerek metinlerden Filistin tarihine, Filistin kimliğine, köklerine ve tarihî mirasına atıf yapan ifadeler çıkarılarak katı bir sansür uygulanmıştır. Bu sansür sadece Filistin’in tarihi, coğrafî, kültürel geçmişi ile sınırlı kalmamış, diline ve dinî değerlerine yönelik de uygulanmış böylece kimlik oluşturma yahut kimliğin fark edilme sürecinin önüne geçilmek istenmiştir.”
1993’te Oslo Anlaşması’nın bir parçası olarak eğitim sistemi ve müfredat düzenleme yetkisi bütünüyle Filistin Eğitim ve Yüksek Eğitim Bakanlığı’na (Palestinian Ministry of 47 Education Higher Education/ MoEHE) verilmiştir. Ancak Batı Şeria’nın parçalanmış yönetim ve idare yapısından dolayı MoEHE’nin eğitim sistemini kontrolü zorlaşmıştır. Sonrasında 2000’li yılların başında İkinci İntifada Dönemi patlak vermiş ve süreç içinden çıkılmaz bir hal almıştır. Okul yıkımları/ kapatılmaları, öğrencilerin sınır dışı edilmesi / okuldan atılması ve keyfi tutuklamalar, ekonomik kısıtlamalar sebebiyle Filistin Devleti’nin dünden bugüne 4 başı mamur bir eğitim modelinden söz etmek mümkün değilken, okul müfredatları ve ders kitapları dâhil olmak üzere “suç ve şiddet eylemlerini tazmin ve teşvik edecek” herhangi bir programdan söz etmek hiç mümkün değildir.
Anlaşma metninin devamında dikkat çeken bir diğer madde şudur: “Filistinliler tüm bölgelerindeki sivil ve hukuki yaptırımları kontrol edebilecek nüfuza ulaşmalı ve nüfusu silahsızlandırmalıdır.”
Bu madde altında Filistin Devleti’nin askerî güçten arındırılmasından, dış tehditlere karşı güvenliğinden tamamen İsrail’in sorumlu tutulmasından söz edilmektedir. Gerekçe olarak güvenlik için ayrılması gereken fonların Filistin yönetimince altyapıya, eğitime ve sağlığa ayrılması gösterilmiştir. Sivil- hukuki yaptırımlar ve nüfusun silahsızlandırılması ifadelerini açacak olursak öncelikle İsrail için böylesi bir kararın uygulamaya konulması ihtiyaçtır. Özellikle Batı Şeria’da askeri ve sivil hukuk ayrımı, Yahudi yerleşimcileri çok daha saldırgan hale getiriyor çünkü oldukça tavizkâr bir hukuk sistemi görülüyor. 2015’te Devabiş ailesinin evinin bir yerleşimci tarafından kundaklanması ve biri bebek üç kişilik bir ailenin yok oluşu, 2014’te Muhammed Ebu Hudayr’ın yerleşimciler tarafından kaçırılıp, benzin dökülerek diri diri yakılması, haberlerde sık sık önümüze düşen araçlarını Filistinlilerin üzerine süren yerleşimcilerin görüntüleri gibi daha sayamayacağımız pek çok taciz… Cezai işlemler noktasında da İsrail’in faillere kamu vicdanını tatmin edici hiçbir yaptırımı bulunmamakta.
Halkın silahsızlandırılması üzerine: İsrail Kamu Yayın Kuruluşu’nun, Eylül 2022’de Nablus Huvara yolu üzerinde İsrail ordusuna destek verme gerekçesiyle Yahudi yerleşimciler tarafından oluşturulan silahlı milis bir grubun gece devriyesine çıktığını duyurması bunun en yakın örneğidir. Yerleşimcilerin çoğunun İntifada dönemlerinden sonra silahlandırıldıklarını ve yerleştikleri bölgelerde saldırgan tavırlarla dolaştıklarını biliyoruz. Nitekim Yahudi yerleşimcilerin en fanatiklerinin bulunduğu el-Halil’de yaşanan katliamı hatırlayalım. Baruch Goldstein isimli fanatik bir Yahudi 1994 Şubat’ında bir sabah Halilurrahman Camii’ndeki sabah namazı cemaatini tarayarak 29 kişiyi şehit etmiş, 125 kişiyi de yaralamıştı.
Yerleşimcilerin silahlı veya silahsız Filistinlilere karşı oldukça saldırgan bir tutum benimsedikleri ve maddi manevî Filistinlilere hayatı dar ettikleri sayısız örnek bulunmaktadır. Kenize Mourad’ın ‘Toprağımızın Kokusu’ kitabında aktardığı Haham Erich Ascherman’ın 48 söylediği şu söz yerleşimcilerin bu tutumlarını özet mahiyetindedir: ‘‘Yerleşimciler, malî açıdan hayatta kalmalarını imkânsız kılacak şekilde Filistinlileri yeterince taciz ederseniz tek bir kurşun dahi atmadan onları terk ettirirsiniz düşüncesindedirler.”
İsrail %60’ını elinde tuttuğu Batı Şeria’da, henüz Filistinliler için asayişi (!) sağlayamazken, ABD’nin dış tehditlere karşı Filistin’i İsrail’in eline bırakıvermesi kabul edilebilir değildir. Ayrıca bahsi geçen örnekler bu kararın ayniyle İsrail için uygulanması gerektiğine, Filistin Devleti’nin silahsızlandırılması durumunda bu gibi katliamlara karşı özellikle sivil halkın çok daha savunmasız kalacağı noktasında bizi ikna etmektedir.
Vizyonun bundan sonraki ifadelerinde Filistin Devleti’nin alt yapı ve kalkınmasıyla ilgili atılacak tamamen “iyi niyet temelli” adımlardan söz ediliyor. UNRWA bağışlarının Trump yönetiminde durdurulması ve Washington FKÖ temsilciliğinin kapatılmasının bu anlaşma özelinde “Uluslararası destek ve kabul” için bir şantaj zemini olduğundan söz etmiştik. Bununla beraber ekonomik kalkınma ve altyapı desteği ile ilgili Filistin’e fon sağlama durumu, Filistin yönetiminin güvenlikle ilgili kriterleri (silahsızlandırma, terörü reddetme vs.) yerine getirmesi şartına bağlanmıştır. Vizyona göre bu şartlar sağlandığında ABD, altyapı ve devlet inşası için kullanılmak üzere Filistin’e 50 milyar dolar yardım yapacaktır.
Vizyonun Filistin için ihtar niteliği taşıyan bir diğer maddesi, uluslararası mahkeme ve örgütler konusundadır. Bunun için bir alıntıya yer vermek uygun olacaktır: “Vizyon’un diğer tartışmalı unsuru da Filistin’in uluslararası hukuku ve uluslararası örgütleri kullanarak devlet inşası sürecinin önüne geçmeye çalışmasıdır. Vizyon, Filistin’in uluslararası ceza hukukuna, uluslararası insancıl hukuk metinlerine ve ilgili kurumlarına başvurmasını engellemeye çalışmıştır ve dolayısıyla Filistin’in UCM üyeliğine ve ilgili girişimlerine bizzat Vizyon’da yer verilmiştir. Buna göre Filistin Otoritesi; UCM’de, Uluslararası Adalet Divanı’nda (UAD) veya başka hukuki mercilerde İsrail’in ve ABD’nin yargılanmasına dair taleplerini geri çekecektir. Filistin, İsrail’in aleyhine siyasi ve hukuki adımların atılmasına neden olacak ve Filistin’in silahsızlandırılmasını durduracak uluslararası örgütlere ve İsrail’in onayı olmadan herhangi bir uluslararası kuruluşa üye olamayacaktır.” Bu şartlar sağlandığında devlet inşası için vadedilen desteğin sağlanacağı bildirilmektedir.
Vizyonun “Dinler Bakımından Kudüs Meselesi” Başlığı
Bu başlıkta ise Kudüs’ün Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar için öneminden bahsedilmiş ve Mescid-i Aksa’nın içerisinde her din mensubuna eşit şartlarda ibadet özgürlüğüne kapı aralanmaya çalışılmıştır. Bu maddede özellikle geçen “barışçıl ibadetçiler” kavramında, İsrail askerlerinin yerleşimciler eşliğinde Mescid-i Aksa’ya baskın yaptığı sırada içeride ribat tutan Filistinlilerin, onlar alanı terk edene kadar sesli bir şekilde tekbir getirmelerine atıf vardır. Filistinlilerin bu davranışları vizyonda “terör yanlısı söylem ve tutumlar” kapsamında değerlendirilmiş, “barışçıl olmayan ibadetçilerin alana girişinin kısıtlanmasından” söz edilmiştir. Vizyon “Tapınak Dağı’nın dinî ve özel günlerde her din mensubunca kullanılabilinir bir statüsünün olması gerektiğini” öngörmektedir.
Nihayetinde geçmiş yılların tecrübesiyle pratikte uygulamasının imkânsız olduğu aşikâr bir başlık daha görüyoruz. İsrail uluslararası söylemlerinin aksine Mescid-i Aksa içerisinde huzur ve güveni bozan taraf olduğu gibi bahsettiği ibadet özgürlüğüne de hiçbir zaman saygı duymamış, Müslümanların giriş ve çıkışlarına kısıtlamalar koymuş, keyfî olarak ibadeti engellemiştir. Arazi içerisinde bulunan mescid ve tarihi eserlerin yapısına zarar vermiştir. Mescid’i Aksa altına inşa edilen sinagog ve tüneller sebebiyle Aksa içerisinde oluşan mermer göçükleri, aynı zamanda tarihî eser ve yapılardaki mermi izleri bunun en güzel örneğidir. Geçtiğimiz yıllarda yapılan baskınlarda Kıble Mescidi içerisindeki vitray camların kurşunlanmasıyla oluşan tahribatı da hatırlamak gerekir. Henüz bu tahribat onarılamamışken 5 Nisan 2023 Ramazan ayında bu olayların tekrarı yaşanmıştır. Yahudi yerleşimcilerin 2023 Pesah Bayramı arefesinde Mescid-i Aksa’ya girmek istemeleri ardından İsrail polisinin Kıble Mescidi içerisinde ibadet eden Müslümanlara yönelik şiddet görüntüleri, orantısız güç kullanımı ve yeniden kırılan vitray camlar İsrail’in Müslümanlara yönelik şiddet yanlısı politikasını ortaya koymaktadır.
Yahudi yerleşimcilern Aksa içerisinde ibadet maksatlı bulunması, dinî hoşgörü çerçevesinde değerlendirilemez. Çünkü İsrail’in bu ibadetleri yalnızca “ibadet” boyutuyla değil egemenliğinin ve hâkimiyetinin bir göstergesi olarak gördüğü açıktır. Öyle ki -daha önce de pek çok kez teşebbüs etmekle beraber- 23 Ocak 2023’te Mescid-i Aksa’ya düzenlenen baskında fanatik yerleşimciler, Aksa içerisinde İsrail bayrağı açmışlardır. Yine Mart 2023’te İsrail İçişleri Bakanlığı’nın Mescid-i Aksa’nın Batı kısmından çekilmiş, üzerinden Kubbetu’s-Sahra’nın silinmiş olduğu bir fotoğrafı resmî dairelerde kullanmaya başlaması, esasında burada ibadet özgürlüğünün yalnızca kendilerine mahsus olmasını istediklerinin açık bir göstergesidir.
İsrail Dış İşleri Bakanlığı sosyal medya hesabından Müslümanların Mescid-i Aksa’da özel gün ve gecelere mahsus kalabalık gruplar halinde ibadet ettikleri görüntüleri ön plana çıkararak ibadet özgürlüğü başlığıyla paylaşımlar yapmaktadır. İsrail’in her sene özellikle Yahudi dinî bayramlarında Mescid-i Aksa içerisinde dini hoşgörü ve saygıyla asla bağdaşmayan politikaları bu söylemlerin altının ne denli boş olduğunu kanıtlar niteliktedir. Bu söylemlerin yerleşimcilerin alana girişine ve içeride ibadet etmelerine zemin oluşturma amacıyla yapıldığını öngörmek zor değildir.
Bununla birlikte bugün İsrail aşırı sağının ve yerleşimcilerinin sosyal, siyasal, dini talepleri her zaman önceliklidir. İsrail siyaseti ve Siyonizm de zaman içerisinde değişime uğramıştır. Siyonizm ideolojisi ilk ortaya çıktığında dindarlar içerisinden taraftar bulamazken, bugün tasarıda bulunan dinî gerekçelerin Siyonist Devlet’in bölgedeki meşruiyeti için öne sürülmesinin açıklaması da bu olsa gerektir. 2023’e girmeden hemen önce başa gelen Netanyahu ve kurduğu aşırı sağ hükumet için, baskınlar veya Filistinlilerle ilgili diğer meselelerin halledilmesi siyasî vaatlerdir. Sonuç olarak Mescid-i Aksa paylaşılabilecek veya ortak kullanıma açık olabilecek statüde bir alan değildir.
Bir diğer mesele vizyonda Kudüs’ün Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar için önemi anlatılırken dinî gerekçelerin Yahudiler için oldukça eski dönemlere dayandırılması ve Yahudilerin bölgede bulunuşuna tarihsel açıdan da meşruiyet sağlama yoluna gidilmesidir. Müslümanlar için Kudüs’ün önemi ise yalnızca İsra ve Miraç hadisesine ve Mescid-i Aksa’nın ilk kıble olmasına dayandırılırken bu hadiselerden sonra sanki birdenbire Kudüs’ün önem kazanıvermesi gibi bir tablo çizilmeye çalışılmıştır. Yahudiler içinse 3000 yıllık tarihten söz edilmektedir. Ancak bölgede geçirilen sürenin uzunluğu bir toprağın ilhakı için meşru sayılamaz. Yusuf el-Karadavî şöyle söyler:
“Gurbette geçirilen sürenin uzunluğu gerekçe gösterilerek bir yeri sahiplenme söz konusu olacaksa İbrahim (as) ve çocuklarının 200 yıl kaldıkları; iki kişiyle gelip 70 kişiyle terk ettikleri Filistin toprakları yerine, 430 yıl kaldıkları Mısır topaklarında hak talep etmeleri gerekirdi.”
Vizyonun en can alıcı başlıklarından birisi de Kudüs’ün statüsüdür. Komiteye göre Kudüs İsrail’in bölünmez başkentidir. Ancak FKÖ Yönetimi sayılan kriterlere uyarsa Doğu Kudüs’te Müslümanların ve Mescid-i Aksa’nın da içinde bulunduğu mahalleler (Abu Dis) Filistin Devleti’nin başkenti sayılacaktır. Hem bölünmez hem bölünmüş Kudüs ifadeleri aslında alınan kararın imkânsızlığını ortaya koymaktadır. Barış vizyonu diye öne sürülen tasarıda bir sonraki cümle bir öncekini tekzip etmektedir. Tüm bu açıklamaları göz önünde bulundurduğumuzda vizyonun problem çözmekten oldukça uzak olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Öz olarak geçmiş müzakere ve alınan kararların gerçekçi olmadığı ve bölgeye barış getirmediği gerekçesiyle ortaya sürülen bu vizyonun amacı: İsrail ve Filistin eksenli problemler sarmalını çözdükten sonra ABD, İsrail, Filistin, Ürdün, Mısır, BAE, Suudi Arabistan’ın içinde bulunduğu bölgesel bir güvenlik komitesi oluşturarak Ortadoğu’ya barış getirmektir. Türkiye Dışişleri Bakanlığı anlaşmayı “ölü doğan bir anlaşma” olarak nitelemiştir. Trump başka ülkelerden tepki alsa da Ortadoğu’da anlaşmayı destekleyen sınır ve körfez ülkelerinin Filistin direnişine dair geleneksel ortak duruşu çoktan kaybettiğini de söylemek mümkün. Vizyonu kabul edilmesi örtük şekilde icbâra zorlanan Filistin Devleti bu kararı sert bir dille reddetmiştir. Böylelikle zaten paramparça şekliyle ilhak edilmiş olan Batı Şeria’da bundan sonraki yaşanacak olan her hukuksuzluğa zemin oluşturulmuştur. Trump döneminde alınan büyük kararlardan geri dönülmesi noktasında bundan sonraki ABD başkanlarından herhangi bir geri adım beklemek fazlasıyla iyimser olacaktır. Döneminde denge gözetmeyen Trump’ın, başkanlığı Joe Biden’a devretmesi Filistinliler nezdinde eski Obama dönemine geçiş olarak yorumlanmıştır. En azından UNRWA bağışlarının tekrar sağlanması ve İsrail’e koşulsuz şartsız desteğin kısmen önünün kesilmesiyle, pandemi döneminin de etkisiyle ekonomik olarak oldukça zorlanan Filistinlilerin girdiği dar boğazın kısmen genişleyeceğini söylemek mümkün. Biden yönetimi için, Trump dönemine kıyasla optimistik bakış açısı, Biden’ın Filistin- İsrail meselesinde diplomasi dilini kullanılacağı ve uluslararası hukuk normlarını dikkate alacağı beklentisi etrafında şekillenmektedir. ABD bundan önceki başkanlık dönemlerinde Filistin’le ilgili duruşunu somut bir şekilde ortaya koymakta çekimser davransa da, Trump, döneminde aldığı kararlarla bu çekimserliği bir anda ortadan kaldırıvermişti. Biden’in bahsi geçen vizyonun geçersizliğini açıklamaması vizyonun halen geçerliliğini koruduğunun dolayısıyla Filistin Devleti’ne yönelik bu tavrın örtük veya açık devam edeceğinin göstergesidir.
KAYNAKÇA:
-GÜNDÜZ Süleyman, “Dünya Barışının Zembereği Kudüs”, Derin Tarih, Özel S.10,2017, s.188
-KILINÇ Taha, Ortadoğu’ya Dair Yirmi Tez, Ketebe Yayınları, İstanbul,2021, s.42
-İNSAMER, Batı Şeria’nın İlhakı, İnfografik
-Refah İçin Barış Vizyonu s.33 “Foundations of a Palestinian State”
-Prof. Dr. Yusuf el- Karadâvî. “Her Müslümanın Ortak Davası KUDÜS”. Trc. İzzet Marangozoğlu. İstanbul: Nida Yayıncılık, Ocak 2018. 13. Baskı, s. 58
-Ercümen, Merve Aksoy, “Filistin’de Eğitim: İsrail’in Yıldırma ve Şiddet Politikalarına Direnen Eğitimli Bir Halk”, Araştırma 82, İNSAMER, Ekim 2018.
-Prof. Dr. Yusuf el- Karadâvî. “Her Müslümanın Ortak Davası KUDÜS”. Trc. İzzet Marangozoğlu. İstanbul: Nida Yayıncılık, Ocak 2018. 13. Baskı, s. 116
-Gürseler C. (2021). Filistin-İsrail Sorununda Trump’ın Faıt Accomplı Girişimi: “Yüzyılın Planı”. Barış Araştırmaları ve Çatışma Çözümleri Dergisi, 9(2), 378-415
-Refah İçin Barış Vizyonu s.14 “Jarusalem Relıgıous Aspects Of The Jarusalem Issue”
-Yusuf el- Karadavî’nin Yahudilerin tarihsel ve dinsel olarak Kudüs’te hak iddia etmelerine yönelik reddiyesi için bkz. “Her Müslümanın Ortak Davası Kudüs”
-Sınmaz Kadriye. ABD’nin dönüşen İsrail Politikası. İNSAMER 12.03.2021.
Giriş
Kudüs için yazılan, çizilen pek çok tanımda şehrin emin belde olduğundan, kozmopolit yapısına rağmen içinde yaşayanların huzur ve güveninden bahsedilir. Barış şehri olduğu, Hristiyanlık, Yahudilik ve İslamiyet için kutsal sayıldığı ve mensuplarının bölgede birbirlerine oldukça hoşgörüyle baktıkları/ bakmaları gerektiği özellikle vurgulanır. Ancak şehrin kozmopolit yapısı, jeopolitik ve teopolitik önemi aynı zamanda vâr olan farklı dinlerin iç çıkmazları sebebiyle bölgede tamamiyle bir huzur ve sükûnet belli başlı dönemlere mahsus kalmıştır. Yüzyıllar boyunca bu coğrafyaya olan hakîmiyet kavgası bir türlü bitmemiştir. Kudüs tarihinde 2 defa tamamen yıkılmış, 23 defa işgal edilmiş, 54 defa saldırıya uğramış, 44 defa ele geçirilip tekrar kurtarılmıştır. Bilinen en eski bölge halkı Kenanîlerden itibaren günümüze kadarki süreçte bölgeye yalnızca Müslümanların ev sahipliğinde barış ve sükûnetin tam olarak hâkim olmasından kaynaklı olmuş olacak ki barış ve Kudüs kelimeleri birlikte anılmıştır. Bunun dışında herhangi bir barış söyleminin oldukça ütopik kalacağını söylemek mümkündür.
Nitekim Hristiyanların ve Yahudilerin bölgeye hâkimiyetlerinin acı tecrübelerini insanlık tarihi müşahede etmiştir. Osmanlı Devleti’nin 1917 yılında bölgeden çıkmasıyla birlikte başlayan 106 yıllık süreç ele alındığında bölgenin kendisi için yapılan tüm bu tanımlardan oldukça uzaklaştığı görülecektir.
Ortadoğu, özelinde Kudüs dünyanın kalbidir. Tarihî tecrübeyle sabittir ki Kudüs’e hâkim olan dünyaya hükmeder. “Bunun tam tersi de doğrudur. Dünyaya hâkim olanlar Kudüs’ü ellerinde tutmuşlardır. ABD’nin bütün risklerine rağmen İsrail’e yatırım yapması ve bölgede bu şekilde “fiili karakol” bulundurmasının sebebi de tam olarak budur.”
Amerika’nın İsrail’e olan desteği şüphesiz yeni değildir. Ancak son yıllarda siyasi elit içerisinde bulunan Yahudilerin ve nüfus içerisinde yaşayan 80 milyon Evanjelistin (Hristiyan Siyonist) varlığıyla bu destek çok daha bariz hale gelmiştir. ABD’nin bundan önceki her devlet başkanından, Filistin ve İsrail çıkmazına bir çözüm önerisi sunması veya bu konudaki tavrının ne olacağı dört gözle bekleniyordu. Bütün bu başkanların içerisinde Donald Trump, başkanlığı süresince daha önceki devlet başkanlarının erteleyip durduğu milat niteliğindeki kararlara imza atan ilk başkandır.
Ocak 2017 ‘de ABD’nin 45. Başkanı olarak göreve başlayan Donald Trump dönemi, Joe Biden’in 20 Ocak 2021’de kendisinden görevi devralmasına kadar şüphesiz Filistinliler için çok zorlu bir süreçti. Yalnızca Filistinliler tarafından değil, ABD siyasi eliti ve dış politika nezdinde de kararları müfrit bulunan ve önünü ardını düşünmeden hareket eden bir lider olarak yorumlanan Donald Trump, başkanlık ettiği süre boyunca Filistinliler aleyhine büyük kararlar almıştır. Öncelikle adaylık süreci vaadi olan Kudüs’ü İsrail’in bölünmez başkenti olarak tanıma kararını imzalamış, ardından ABD’nin Tel Aviv’deki büyükelçiliğini yine aynı yıl İsrail’in kuruluş tarihinin 70. yıldönümünde, 14 Mayıs’ta, Kudüs’e taşımıştır.
Eylül 2018’de FKÖ’nün Washington’daki temsilciliğini kapatma kararı alınmış, bundan sonraki süreçte bazı Filistinli siyasetçilere ABD vizesi verilmemiştir. İsrail’in 1967’de Golan Tepeleri’ni ilhakı, Mart 2019’da BM Güvenlik Konseyi tarafından geçersiz kabul edilmiş ve hukuka aykırı bulunmuştur ancak Trump burada da İsrail’in egemenliğini tanıyarak bir skandala daha imza atmıştır. Barış vizyonunun kabulü için adeta şantaj zemini oluşturan bu kararlar, Trump’ın yakın çalışma grubunun İsrail yanlısı tutumunun bir göstergesi olmuştur. İsrail’e büyükelçi olarak atanan David M. Friedman İsrail’in Batı Şeria’yı ilhakının yasadışı olmayacağını daha önce ifade eden isimdir. Vizyonu hazırlayacak komitenin başında bulunan Jared Kushner ise Netanyahu ile olan samimiyetiyle dikkat çeken bir isim olmasının yanı sıra Trump’ın döneminde kıdemli baş danışmanı ve damadıdır. Aynı zamanda Siyonist bakış açısına sahip bir Yahudi’dir.
Takvimler 28 Ocak 2020’yi gösterdiğinde Beyaz Saray’da Donald Trump, Jared Kushner ve Netanyahu, bir basın açıklaması ile “Barıştan Refaha Vizyonunu (Peace To Prosperity)” ayin havasında duyurmuşlardır. 180 sayfalık tasarı “Anlaşma”, “Barış Planı” adlarıyla dünya gündemine oturmuşsa da ortada anlaşan veya barışan iki taraftan ziyade tek ve güçlü olan tarafın dikta siyasetinden başkasını görememekteyiz. Basına duyurulurken, kaderi tayin edilmek istenen Filistin Devleti’ni temsilen bir kişinin bile orada bulunmayışı buna delil gösterilebilir. Filistin tarafı oldu bitti ile kendisine kabul ettirilmeye çalışılan bu vizyonu reddetmiştir. Mahmut Abbas vizyon için “Yüzyılın Şamarı” ifadesini kullanmıştır. İçeriği okunduğunda vizyonun Filistin’e değil barış getirmek, İsrail tarafından gasp edilen haklarının çözümünü bile sunmadığı görülecektir. Aksine hem fiilen hem de siyaseten Filistin Devleti’nin teslim olması metnin örtük -bize göre açık- ana fikri diyebiliriz. ABD’nin rolü arabuluculuktan ziyade ara bozuculuk olmuştur. Trump’ın Barış Planı olarak öne sürülen bu vizyon, Filistin tarafından reddedilmiş ve Mahmut Abbas bu vizyonun daha önce yapılan bütün görüşmeleri askıya aldığını belirtmiştir. Böylelikle bugünkü mevcut sınırları belirleyen 1993 ve 1995 Oslo Görüşmeleri de askıya alınmıştır.
Oslo Anlaşması ve FKÖ’nün Konumu
1993 yılında imzalanan ve 1995 yılında tehir edilen meselelerin nihai sonucuna ulaştığı Oslo Görüşmeleri, bugünkü Filistin Devleti sınırlarının son şeklini aldığı görüşmelerdir. 1993 Eylül’ünde Washington’da, dönemin İsrail Başbakanı İzak Rabin ve Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) lideri Yaser Arafat tarafından imzalanan Oslo Anlaşması’yla birlikte Filistin Devleti resmi olarak kurulmuş, İsrail FKÖ’yü Filistin halkının temsilcisi ve müzakerelerinin ortağı olarak tanımıştır. FKÖ de İsrail Devleti’ni tanımış ve şiddeti (!) reddetme sözü vermiştir. Yaser Arafat Filistin topraklarını uzlaşıyla paylaşma yoluna gitmiş ve yine uzlaşıyla Filistin topraklarının büyük bir kısmından vazgeçmiştir. Oslo Görüşmelerinden sonra Hamas sözcüsü Fawzı Barhoum, Oslo Anlaşması’nın Filistin için hak olan direnişi de bitirdiğini ifade etmiştir. Izak Rabin ise “İsrail’in bileğinin hakkıyla sahip olduğu şeyleri düşmana peşkeş çeken bir hain.” olduğu gerekçesiyle dönemin Likud Partisi lideri Benyamin Netanyah’nun başını çektiği aşırı sağ grubun muhalefetiyle karşı karşıya kalmıştır. Izak Rabin palazlanmış bu öfkeli muhalefet içerisinden fanatik bir yerleşimci Yigal Amir tarafından 1995 Kasım’ında 44 kurşunlanarak öldürülmüşse de İsrail milli hafızasında barışa yanaşan liderlerin akıbeti konusunda bir travma olarak yaşamaya devam etmekte.
Kısaca Oslo Anlaşması ile resmî olarak tanınan FKÖ, Filistinlilerin zaten zor olan hayatlarında veya haklarında doğru düzgün bir iyileşme sağlayamadığı gibi İsrail’in ırkçı ve ayrımcı politikalarının üzerini örtmüştür. Filistin yönetiminin kurulmasıyla bir nevi bölgede işgalin maliyeti azalmıştır. FKÖ için, İsrail adına Filistinlilerin iç işlerini yöneten ve İsrail adına onları kontrol altında tutan bir kısmî özerk yönetim yorumunda bulunabiliriz.
Batı Şeria’da Neler Oluyor?
1995 yılında Batı Şeria’ya (5.659 km²) sıkıştırılan Filistin Devleti 3 parçaya bölünerek A-B ve C bölgelerine ayrıldı. A bölgesi günümüzde kısmen Cenin, Nablus, Tulkerim, Ramallah, Eriha, Beytüllahim, el-Halil (Hebron-1) gibi şehir merkezlerini ifade etmekle birlikte, Filistin Devleti’nin hem askeri kontrolü hem de sivil yönetimi sağladığı yerlerdir. B bölgesi dediğimiz yer şehir merkezlerine yakın olmakla birlikte pek çok adacık gibi düşünebileceğimiz bölgelerdir. Buralarda sivil yönetim Filistin’e ait olsa da iç güvenlik yani kontrol İsrail’in elindedir. Filistin yönetimi bu bölgeye yalnızca kısıtlı belediye hizmeti sunmakta. Batı Şeria’nın %60’ını oluşturan ve Doğu Kudüs’ü de içinde barındıran C bölgesi ise tamamen İsrail askeri ve sivil kontrolü altındadır. Batı Şeria bütünüyle bakıldığında İsrail sömürgeci politikalarının en net görüldüğü yer diyebiliriz. Yahudi yerleşimleri, Yahudilere mahsus yollar ağı, kapalı askerî bölgeler, doğal koruma alanları, kontrol noktaları gibi pek çok ayrım yerinin bulunduğu Batı Şeria bugün 165 ayrı parçaya bölünmüş durumdadır.
Burada şunu belirtmek gerekir ki İsrail yönetimince Yahudilere mahsus inşa edilmiş oturma, sanayi ve tarım alanları, BM Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi tarafından hukuk dışı ilan edilmiştir. Ancak buna rağmen İsrail sadece Batı Şeria içerisinde 150 yasa dışı Yahudi yerleşimi inşa etmiştir. Bu yerleşim yerlerinde 2020 verilerine göre 670.000 Yahudi yaşamaktadır. Delik deşik yapısıyla İsviçre peynir modelini hatırlatan Batı Şeria’da yaşayabilir bağımsız bir devletten söz etmek mümkün olmadığı gibi, bölge FKÖ yönetiminin egemenliğinden de oldukça uzak. Filistinli nüfusun büyük çoğunluğu A ve B bölgelerinde yaşıyor. C bölgesindeki topraklar esasında bir zamanlar Filistin’in en müreffeh köyleriyken şimdi gerçekten Filistinliler için yaşam şartlarının en ağır olduğu yerler diyebiliriz. Oldukça verimli topraklara sahip olması sebebiyle, İsrail’in buradaki Filistin halkını, A ve B bölgelerine göç ettirmeye yönelik sıkı politikaları var. Burada yaşayan Filistinlilerin seyahat serbestiyetleri, okula- hastaneye erişimleri, belediye hizmetlerine erişimleri oldukça kısıtlı. Keyfi tutuklamalar, Yahudi yerleşimcilerin sürekli tacizleri, ev yıkımları, tarlalara ve ekinlere saldırılar gibi hayatı 45 dar eden pek çok uygulama ile karşı karşıyalar. Gündelik hayatı en çok kısıtlayan durum ise 2002’de güvenlik gerekçesiyle yapımına başlanan, güncel haliyle 712 km uzunluğa ve 8 m yüksekliğe sahip, %85 ‘i Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ün içinden geçen “Batı Şeria Duvarı” olmuştur.
Duvarın birbirinden ayırdığı kopuk kopuk araziler, kapı ve kontrol noktalarında keyfî bekletmeler -ki kontrol noktalarının sayısının 572 olduğu biliniyor- ve buralarda yaşanan gayri insanî muameleler sebebiyle ulaşım imkânları da oldukça zor. Ayrıca Batı Şeria’da 19 resmî ve 4 gayrı resmî mülteci kampında 800.000’in üzerinde Filistinlinin yaşadığı biliniyor. Mülteci kampları UNRWA’nın (Birleşmiş Milletler Yardım ve Çalışma Ajansı / United Nations Relief and Works Agency) kontrolü altındayken Trump yönetiminde Filistin’e yapılan UNRWA bağışları tamamen kesilmişti. Joe Biden göreve geldiği ilk haftalarda UNRWA bağışlarının tekrar sağlanacağına ve Filistin-İsrail sorununda Trump’ın politikalarını terk edeceğine ilişkin açıklamalarda bulunmuştu.
1 Temmuz 2020’de İsrail Batı Şeria’nın ilhakını başlatacağını resmen duyurdu. Gerekçe olarak Filistin Devleti’nin barışa yanaşmaması gösterildi.
Vizyonunun “Filistin Devletinin Temelleri” Başlığı
Bu başlık altında aslında Filistin Devleti’nin “zorunlu kurucu unsurları” sayılmıştır. Filistin Devleti’nin teslimiyet şartları olarak yorumlanabilir. Sayılan maddelerin kabul edilmemesi durumunda Batı Şeria’nın tamamen ilhakıyla beraber Filistin yönetiminin siyasî, sosyal ve ekonomik dışlanmışlıkla tehdit edilme durumu vardır. 1945 tarihli BM Kurucu Antlaşması’nın 2/4. Maddesine göre: “Devletler uluslararası ilişkilerde askerî güce başvuramaz, askerî güç tehdidinde bulunamaz.” Yine BM Genel Kurulunca 1970’te uzlaşma ile kabul edilen “Devletler Arasında Dostça İlişkiler” bildirisine göre: “Askerî güç kullanım tehdidinden ya da kullanımından kaynaklanan hiçbir toprak kazanımı yasal sayılmayacaktır.”
Bu başlık altında yer alan bir madde şöyledir: “Filistin Devleti diğer tüm devletler gibi terörle mücadele etmeli. Bununla birlikte uluslararası topluluğun verimli ve tehditkâr olmayan bir üyesi olmak konusunda sınır komşularına karşı sorumlu olmalı.”
Bu maddede kullanılan terör kelimesi Hamas, El-Fetih, İslamî Cihad gibi milli silahlı oluşumlardır. İsrail ve uluslararası kabule göre bu oluşumlar terör örgütleridir ve FKÖ’nün bu oluşumları desteklediği gerekçesiyle Trump döneminde ABD fon desteğini tamamen çekmiştir. Ayrıca Hamas ile FKÖ’nün uzun yıllar boyunca asla aynı zeminde buluşamadığı sürekli çatışma halinde olduğu bilinmekte. Ancak bu vizyon, nadiren aynı görüşte olan bu iki oluşumu bir araya getirmiş, FKÖ ve HAMAS bu tasarıya karşı ortak duruş sergilemişlerdir.
İsrail’in uluslararası hukuka aykırı yaptırımları ve hak ihlalleri, 1967’de Suriye’den Golan Tepeleri ve Mısır’dan Sina’nın bir kısmını işgal etmesi, yine bu savaşta Associated Press Muhabiri’nin İsrail askerlerine sorduğu “İsrail Devleti’nin sınırları neresidir?” sorusuna İsrail askerlerinin postallarını yere vurarak verdiği “Ayağımızın bastığı her yer” cevabı aslında Filistin Devleti’nin değil, İsrail’in bölgesel hatta küresel bir tehdit olduğunu ve sınır komşularına karşı sorumluluk noktasında esas uyarılması gereken taraf olduğunu bize göstermektedir.
“İsrail parlementosu Knesset’te Nil’den Fırat’a kadar uzanan bir harita halen asılı durmaktadır… Golda Meir, İsrail sınırlarıyla ilgili kendisine yöneltilen bir soruya “Sınıra ulaştığımızda size haber vereceğiz.” cevabını vermiştir."
Başka bir madde okul müfredatları ve eğitimle ilgilidir: “Filistin Devleti okul müfredatları ve ders kitapları dâhil olmak üzere sınır komşularına yönelik kin ve düşmanlık başlatacak, vâr olanı arttıracak veya suç ve şiddet eylemlerini tazmin ve teşvik edecek olan bütün programları sonlandırmalıdır.”
Bu maddeyi açıklamadan evvel Filistin yönetiminin eğitim modelini incelemek yerinde olacaktır. 1. İntifada öncesi Batı Şeria’da bulunan okullarda Ürdün müfredatı, Gazze Şeridi’nde bulunan okullarda Mısır müfredatı esas alınarak eğitim verilmekteydi. Mezun olanların mezuniyet belgesi kültürel anlamda geçerliliği olan ancak ulusal olarak denkliği bulunmayan belgelerdi. Baskı ve işgal altında öğrenim görmenin oldukça zorlaştırıldığı bir dönemde mezun olmak büyük şans sayılıyordu. Öğrencilerin almış olduğu eğitim ise kısıtlanmış, içi boşaltılmış ve sansürlenmişti. İntifada öncesi eğitim modeline ilişkin bir alıntıya yer verelim.
“Her yıl Ürdün ve Mısır’dan temin edilen ders kitapları öncelikle İsrail otoriteleri tarafından kontrol edilerek metinlerden Filistin tarihine, Filistin kimliğine, köklerine ve tarihî mirasına atıf yapan ifadeler çıkarılarak katı bir sansür uygulanmıştır. Bu sansür sadece Filistin’in tarihi, coğrafî, kültürel geçmişi ile sınırlı kalmamış, diline ve dinî değerlerine yönelik de uygulanmış böylece kimlik oluşturma yahut kimliğin fark edilme sürecinin önüne geçilmek istenmiştir.”
1993’te Oslo Anlaşması’nın bir parçası olarak eğitim sistemi ve müfredat düzenleme yetkisi bütünüyle Filistin Eğitim ve Yüksek Eğitim Bakanlığı’na (Palestinian Ministry of 47 Education Higher Education/ MoEHE) verilmiştir. Ancak Batı Şeria’nın parçalanmış yönetim ve idare yapısından dolayı MoEHE’nin eğitim sistemini kontrolü zorlaşmıştır. Sonrasında 2000’li yılların başında İkinci İntifada Dönemi patlak vermiş ve süreç içinden çıkılmaz bir hal almıştır. Okul yıkımları/ kapatılmaları, öğrencilerin sınır dışı edilmesi / okuldan atılması ve keyfi tutuklamalar, ekonomik kısıtlamalar sebebiyle Filistin Devleti’nin dünden bugüne 4 başı mamur bir eğitim modelinden söz etmek mümkün değilken, okul müfredatları ve ders kitapları dâhil olmak üzere “suç ve şiddet eylemlerini tazmin ve teşvik edecek” herhangi bir programdan söz etmek hiç mümkün değildir.
Anlaşma metninin devamında dikkat çeken bir diğer madde şudur: “Filistinliler tüm bölgelerindeki sivil ve hukuki yaptırımları kontrol edebilecek nüfuza ulaşmalı ve nüfusu silahsızlandırmalıdır.”
Bu madde altında Filistin Devleti’nin askerî güçten arındırılmasından, dış tehditlere karşı güvenliğinden tamamen İsrail’in sorumlu tutulmasından söz edilmektedir. Gerekçe olarak güvenlik için ayrılması gereken fonların Filistin yönetimince altyapıya, eğitime ve sağlığa ayrılması gösterilmiştir. Sivil- hukuki yaptırımlar ve nüfusun silahsızlandırılması ifadelerini açacak olursak öncelikle İsrail için böylesi bir kararın uygulamaya konulması ihtiyaçtır. Özellikle Batı Şeria’da askeri ve sivil hukuk ayrımı, Yahudi yerleşimcileri çok daha saldırgan hale getiriyor çünkü oldukça tavizkâr bir hukuk sistemi görülüyor. 2015’te Devabiş ailesinin evinin bir yerleşimci tarafından kundaklanması ve biri bebek üç kişilik bir ailenin yok oluşu, 2014’te Muhammed Ebu Hudayr’ın yerleşimciler tarafından kaçırılıp, benzin dökülerek diri diri yakılması, haberlerde sık sık önümüze düşen araçlarını Filistinlilerin üzerine süren yerleşimcilerin görüntüleri gibi daha sayamayacağımız pek çok taciz… Cezai işlemler noktasında da İsrail’in faillere kamu vicdanını tatmin edici hiçbir yaptırımı bulunmamakta.
Halkın silahsızlandırılması üzerine: İsrail Kamu Yayın Kuruluşu’nun, Eylül 2022’de Nablus Huvara yolu üzerinde İsrail ordusuna destek verme gerekçesiyle Yahudi yerleşimciler tarafından oluşturulan silahlı milis bir grubun gece devriyesine çıktığını duyurması bunun en yakın örneğidir. Yerleşimcilerin çoğunun İntifada dönemlerinden sonra silahlandırıldıklarını ve yerleştikleri bölgelerde saldırgan tavırlarla dolaştıklarını biliyoruz. Nitekim Yahudi yerleşimcilerin en fanatiklerinin bulunduğu el-Halil’de yaşanan katliamı hatırlayalım. Baruch Goldstein isimli fanatik bir Yahudi 1994 Şubat’ında bir sabah Halilurrahman Camii’ndeki sabah namazı cemaatini tarayarak 29 kişiyi şehit etmiş, 125 kişiyi de yaralamıştı.
Yerleşimcilerin silahlı veya silahsız Filistinlilere karşı oldukça saldırgan bir tutum benimsedikleri ve maddi manevî Filistinlilere hayatı dar ettikleri sayısız örnek bulunmaktadır. Kenize Mourad’ın ‘Toprağımızın Kokusu’ kitabında aktardığı Haham Erich Ascherman’ın 48 söylediği şu söz yerleşimcilerin bu tutumlarını özet mahiyetindedir: ‘‘Yerleşimciler, malî açıdan hayatta kalmalarını imkânsız kılacak şekilde Filistinlileri yeterince taciz ederseniz tek bir kurşun dahi atmadan onları terk ettirirsiniz düşüncesindedirler.”
İsrail %60’ını elinde tuttuğu Batı Şeria’da, henüz Filistinliler için asayişi (!) sağlayamazken, ABD’nin dış tehditlere karşı Filistin’i İsrail’in eline bırakıvermesi kabul edilebilir değildir. Ayrıca bahsi geçen örnekler bu kararın ayniyle İsrail için uygulanması gerektiğine, Filistin Devleti’nin silahsızlandırılması durumunda bu gibi katliamlara karşı özellikle sivil halkın çok daha savunmasız kalacağı noktasında bizi ikna etmektedir.
Vizyonun bundan sonraki ifadelerinde Filistin Devleti’nin alt yapı ve kalkınmasıyla ilgili atılacak tamamen “iyi niyet temelli” adımlardan söz ediliyor. UNRWA bağışlarının Trump yönetiminde durdurulması ve Washington FKÖ temsilciliğinin kapatılmasının bu anlaşma özelinde “Uluslararası destek ve kabul” için bir şantaj zemini olduğundan söz etmiştik. Bununla beraber ekonomik kalkınma ve altyapı desteği ile ilgili Filistin’e fon sağlama durumu, Filistin yönetiminin güvenlikle ilgili kriterleri (silahsızlandırma, terörü reddetme vs.) yerine getirmesi şartına bağlanmıştır. Vizyona göre bu şartlar sağlandığında ABD, altyapı ve devlet inşası için kullanılmak üzere Filistin’e 50 milyar dolar yardım yapacaktır.
Vizyonun Filistin için ihtar niteliği taşıyan bir diğer maddesi, uluslararası mahkeme ve örgütler konusundadır. Bunun için bir alıntıya yer vermek uygun olacaktır: “Vizyon’un diğer tartışmalı unsuru da Filistin’in uluslararası hukuku ve uluslararası örgütleri kullanarak devlet inşası sürecinin önüne geçmeye çalışmasıdır. Vizyon, Filistin’in uluslararası ceza hukukuna, uluslararası insancıl hukuk metinlerine ve ilgili kurumlarına başvurmasını engellemeye çalışmıştır ve dolayısıyla Filistin’in UCM üyeliğine ve ilgili girişimlerine bizzat Vizyon’da yer verilmiştir. Buna göre Filistin Otoritesi; UCM’de, Uluslararası Adalet Divanı’nda (UAD) veya başka hukuki mercilerde İsrail’in ve ABD’nin yargılanmasına dair taleplerini geri çekecektir. Filistin, İsrail’in aleyhine siyasi ve hukuki adımların atılmasına neden olacak ve Filistin’in silahsızlandırılmasını durduracak uluslararası örgütlere ve İsrail’in onayı olmadan herhangi bir uluslararası kuruluşa üye olamayacaktır.” Bu şartlar sağlandığında devlet inşası için vadedilen desteğin sağlanacağı bildirilmektedir.
Vizyonun “Dinler Bakımından Kudüs Meselesi” Başlığı
Bu başlıkta ise Kudüs’ün Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar için öneminden bahsedilmiş ve Mescid-i Aksa’nın içerisinde her din mensubuna eşit şartlarda ibadet özgürlüğüne kapı aralanmaya çalışılmıştır. Bu maddede özellikle geçen “barışçıl ibadetçiler” kavramında, İsrail askerlerinin yerleşimciler eşliğinde Mescid-i Aksa’ya baskın yaptığı sırada içeride ribat tutan Filistinlilerin, onlar alanı terk edene kadar sesli bir şekilde tekbir getirmelerine atıf vardır. Filistinlilerin bu davranışları vizyonda “terör yanlısı söylem ve tutumlar” kapsamında değerlendirilmiş, “barışçıl olmayan ibadetçilerin alana girişinin kısıtlanmasından” söz edilmiştir. Vizyon “Tapınak Dağı’nın dinî ve özel günlerde her din mensubunca kullanılabilinir bir statüsünün olması gerektiğini” öngörmektedir.
Nihayetinde geçmiş yılların tecrübesiyle pratikte uygulamasının imkânsız olduğu aşikâr bir başlık daha görüyoruz. İsrail uluslararası söylemlerinin aksine Mescid-i Aksa içerisinde huzur ve güveni bozan taraf olduğu gibi bahsettiği ibadet özgürlüğüne de hiçbir zaman saygı duymamış, Müslümanların giriş ve çıkışlarına kısıtlamalar koymuş, keyfî olarak ibadeti engellemiştir. Arazi içerisinde bulunan mescid ve tarihi eserlerin yapısına zarar vermiştir. Mescid’i Aksa altına inşa edilen sinagog ve tüneller sebebiyle Aksa içerisinde oluşan mermer göçükleri, aynı zamanda tarihî eser ve yapılardaki mermi izleri bunun en güzel örneğidir. Geçtiğimiz yıllarda yapılan baskınlarda Kıble Mescidi içerisindeki vitray camların kurşunlanmasıyla oluşan tahribatı da hatırlamak gerekir. Henüz bu tahribat onarılamamışken 5 Nisan 2023 Ramazan ayında bu olayların tekrarı yaşanmıştır. Yahudi yerleşimcilerin 2023 Pesah Bayramı arefesinde Mescid-i Aksa’ya girmek istemeleri ardından İsrail polisinin Kıble Mescidi içerisinde ibadet eden Müslümanlara yönelik şiddet görüntüleri, orantısız güç kullanımı ve yeniden kırılan vitray camlar İsrail’in Müslümanlara yönelik şiddet yanlısı politikasını ortaya koymaktadır.
Yahudi yerleşimcilern Aksa içerisinde ibadet maksatlı bulunması, dinî hoşgörü çerçevesinde değerlendirilemez. Çünkü İsrail’in bu ibadetleri yalnızca “ibadet” boyutuyla değil egemenliğinin ve hâkimiyetinin bir göstergesi olarak gördüğü açıktır. Öyle ki -daha önce de pek çok kez teşebbüs etmekle beraber- 23 Ocak 2023’te Mescid-i Aksa’ya düzenlenen baskında fanatik yerleşimciler, Aksa içerisinde İsrail bayrağı açmışlardır. Yine Mart 2023’te İsrail İçişleri Bakanlığı’nın Mescid-i Aksa’nın Batı kısmından çekilmiş, üzerinden Kubbetu’s-Sahra’nın silinmiş olduğu bir fotoğrafı resmî dairelerde kullanmaya başlaması, esasında burada ibadet özgürlüğünün yalnızca kendilerine mahsus olmasını istediklerinin açık bir göstergesidir.
İsrail Dış İşleri Bakanlığı sosyal medya hesabından Müslümanların Mescid-i Aksa’da özel gün ve gecelere mahsus kalabalık gruplar halinde ibadet ettikleri görüntüleri ön plana çıkararak ibadet özgürlüğü başlığıyla paylaşımlar yapmaktadır. İsrail’in her sene özellikle Yahudi dinî bayramlarında Mescid-i Aksa içerisinde dini hoşgörü ve saygıyla asla bağdaşmayan politikaları bu söylemlerin altının ne denli boş olduğunu kanıtlar niteliktedir. Bu söylemlerin yerleşimcilerin alana girişine ve içeride ibadet etmelerine zemin oluşturma amacıyla yapıldığını öngörmek zor değildir.
Bununla birlikte bugün İsrail aşırı sağının ve yerleşimcilerinin sosyal, siyasal, dini talepleri her zaman önceliklidir. İsrail siyaseti ve Siyonizm de zaman içerisinde değişime uğramıştır. Siyonizm ideolojisi ilk ortaya çıktığında dindarlar içerisinden taraftar bulamazken, bugün tasarıda bulunan dinî gerekçelerin Siyonist Devlet’in bölgedeki meşruiyeti için öne sürülmesinin açıklaması da bu olsa gerektir. 2023’e girmeden hemen önce başa gelen Netanyahu ve kurduğu aşırı sağ hükumet için, baskınlar veya Filistinlilerle ilgili diğer meselelerin halledilmesi siyasî vaatlerdir. Sonuç olarak Mescid-i Aksa paylaşılabilecek veya ortak kullanıma açık olabilecek statüde bir alan değildir.
Bir diğer mesele vizyonda Kudüs’ün Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar için önemi anlatılırken dinî gerekçelerin Yahudiler için oldukça eski dönemlere dayandırılması ve Yahudilerin bölgede bulunuşuna tarihsel açıdan da meşruiyet sağlama yoluna gidilmesidir. Müslümanlar için Kudüs’ün önemi ise yalnızca İsra ve Miraç hadisesine ve Mescid-i Aksa’nın ilk kıble olmasına dayandırılırken bu hadiselerden sonra sanki birdenbire Kudüs’ün önem kazanıvermesi gibi bir tablo çizilmeye çalışılmıştır. Yahudiler içinse 3000 yıllık tarihten söz edilmektedir. Ancak bölgede geçirilen sürenin uzunluğu bir toprağın ilhakı için meşru sayılamaz. Yusuf el-Karadavî şöyle söyler:
“Gurbette geçirilen sürenin uzunluğu gerekçe gösterilerek bir yeri sahiplenme söz konusu olacaksa İbrahim (as) ve çocuklarının 200 yıl kaldıkları; iki kişiyle gelip 70 kişiyle terk ettikleri Filistin toprakları yerine, 430 yıl kaldıkları Mısır topaklarında hak talep etmeleri gerekirdi.”
Vizyonun en can alıcı başlıklarından birisi de Kudüs’ün statüsüdür. Komiteye göre Kudüs İsrail’in bölünmez başkentidir. Ancak FKÖ Yönetimi sayılan kriterlere uyarsa Doğu Kudüs’te Müslümanların ve Mescid-i Aksa’nın da içinde bulunduğu mahalleler (Abu Dis) Filistin Devleti’nin başkenti sayılacaktır. Hem bölünmez hem bölünmüş Kudüs ifadeleri aslında alınan kararın imkânsızlığını ortaya koymaktadır. Barış vizyonu diye öne sürülen tasarıda bir sonraki cümle bir öncekini tekzip etmektedir. Tüm bu açıklamaları göz önünde bulundurduğumuzda vizyonun problem çözmekten oldukça uzak olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Öz olarak geçmiş müzakere ve alınan kararların gerçekçi olmadığı ve bölgeye barış getirmediği gerekçesiyle ortaya sürülen bu vizyonun amacı: İsrail ve Filistin eksenli problemler sarmalını çözdükten sonra ABD, İsrail, Filistin, Ürdün, Mısır, BAE, Suudi Arabistan’ın içinde bulunduğu bölgesel bir güvenlik komitesi oluşturarak Ortadoğu’ya barış getirmektir. Türkiye Dışişleri Bakanlığı anlaşmayı “ölü doğan bir anlaşma” olarak nitelemiştir. Trump başka ülkelerden tepki alsa da Ortadoğu’da anlaşmayı destekleyen sınır ve körfez ülkelerinin Filistin direnişine dair geleneksel ortak duruşu çoktan kaybettiğini de söylemek mümkün. Vizyonu kabul edilmesi örtük şekilde icbâra zorlanan Filistin Devleti bu kararı sert bir dille reddetmiştir. Böylelikle zaten paramparça şekliyle ilhak edilmiş olan Batı Şeria’da bundan sonraki yaşanacak olan her hukuksuzluğa zemin oluşturulmuştur. Trump döneminde alınan büyük kararlardan geri dönülmesi noktasında bundan sonraki ABD başkanlarından herhangi bir geri adım beklemek fazlasıyla iyimser olacaktır. Döneminde denge gözetmeyen Trump’ın, başkanlığı Joe Biden’a devretmesi Filistinliler nezdinde eski Obama dönemine geçiş olarak yorumlanmıştır. En azından UNRWA bağışlarının tekrar sağlanması ve İsrail’e koşulsuz şartsız desteğin kısmen önünün kesilmesiyle, pandemi döneminin de etkisiyle ekonomik olarak oldukça zorlanan Filistinlilerin girdiği dar boğazın kısmen genişleyeceğini söylemek mümkün. Biden yönetimi için, Trump dönemine kıyasla optimistik bakış açısı, Biden’ın Filistin- İsrail meselesinde diplomasi dilini kullanılacağı ve uluslararası hukuk normlarını dikkate alacağı beklentisi etrafında şekillenmektedir. ABD bundan önceki başkanlık dönemlerinde Filistin’le ilgili duruşunu somut bir şekilde ortaya koymakta çekimser davransa da, Trump, döneminde aldığı kararlarla bu çekimserliği bir anda ortadan kaldırıvermişti. Biden’in bahsi geçen vizyonun geçersizliğini açıklamaması vizyonun halen geçerliliğini koruduğunun dolayısıyla Filistin Devleti’ne yönelik bu tavrın örtük veya açık devam edeceğinin göstergesidir.
KAYNAKÇA:
-GÜNDÜZ Süleyman, “Dünya Barışının Zembereği Kudüs”, Derin Tarih, Özel S.10,2017, s.188
-KILINÇ Taha, Ortadoğu’ya Dair Yirmi Tez, Ketebe Yayınları, İstanbul,2021, s.42
-İNSAMER, Batı Şeria’nın İlhakı, İnfografik
-Refah İçin Barış Vizyonu s.33 “Foundations of a Palestinian State”
-Prof. Dr. Yusuf el- Karadâvî. “Her Müslümanın Ortak Davası KUDÜS”. Trc. İzzet Marangozoğlu. İstanbul: Nida Yayıncılık, Ocak 2018. 13. Baskı, s. 58
-Ercümen, Merve Aksoy, “Filistin’de Eğitim: İsrail’in Yıldırma ve Şiddet Politikalarına Direnen Eğitimli Bir Halk”, Araştırma 82, İNSAMER, Ekim 2018.
-Prof. Dr. Yusuf el- Karadâvî. “Her Müslümanın Ortak Davası KUDÜS”. Trc. İzzet Marangozoğlu. İstanbul: Nida Yayıncılık, Ocak 2018. 13. Baskı, s. 116
-Gürseler C. (2021). Filistin-İsrail Sorununda Trump’ın Faıt Accomplı Girişimi: “Yüzyılın Planı”. Barış Araştırmaları ve Çatışma Çözümleri Dergisi, 9(2), 378-415
-Refah İçin Barış Vizyonu s.14 “Jarusalem Relıgıous Aspects Of The Jarusalem Issue”
-Yusuf el- Karadavî’nin Yahudilerin tarihsel ve dinsel olarak Kudüs’te hak iddia etmelerine yönelik reddiyesi için bkz. “Her Müslümanın Ortak Davası Kudüs”
-Sınmaz Kadriye. ABD’nin dönüşen İsrail Politikası. İNSAMER 12.03.2021.
Giriş
Kudüs için yazılan, çizilen pek çok tanımda şehrin emin belde olduğundan, kozmopolit yapısına rağmen içinde yaşayanların huzur ve güveninden bahsedilir. Barış şehri olduğu, Hristiyanlık, Yahudilik ve İslamiyet için kutsal sayıldığı ve mensuplarının bölgede birbirlerine oldukça hoşgörüyle baktıkları/ bakmaları gerektiği özellikle vurgulanır. Ancak şehrin kozmopolit yapısı, jeopolitik ve teopolitik önemi aynı zamanda vâr olan farklı dinlerin iç çıkmazları sebebiyle bölgede tamamiyle bir huzur ve sükûnet belli başlı dönemlere mahsus kalmıştır. Yüzyıllar boyunca bu coğrafyaya olan hakîmiyet kavgası bir türlü bitmemiştir. Kudüs tarihinde 2 defa tamamen yıkılmış, 23 defa işgal edilmiş, 54 defa saldırıya uğramış, 44 defa ele geçirilip tekrar kurtarılmıştır. Bilinen en eski bölge halkı Kenanîlerden itibaren günümüze kadarki süreçte bölgeye yalnızca Müslümanların ev sahipliğinde barış ve sükûnetin tam olarak hâkim olmasından kaynaklı olmuş olacak ki barış ve Kudüs kelimeleri birlikte anılmıştır. Bunun dışında herhangi bir barış söyleminin oldukça ütopik kalacağını söylemek mümkündür.
Nitekim Hristiyanların ve Yahudilerin bölgeye hâkimiyetlerinin acı tecrübelerini insanlık tarihi müşahede etmiştir. Osmanlı Devleti’nin 1917 yılında bölgeden çıkmasıyla birlikte başlayan 106 yıllık süreç ele alındığında bölgenin kendisi için yapılan tüm bu tanımlardan oldukça uzaklaştığı görülecektir.
Ortadoğu, özelinde Kudüs dünyanın kalbidir. Tarihî tecrübeyle sabittir ki Kudüs’e hâkim olan dünyaya hükmeder. “Bunun tam tersi de doğrudur. Dünyaya hâkim olanlar Kudüs’ü ellerinde tutmuşlardır. ABD’nin bütün risklerine rağmen İsrail’e yatırım yapması ve bölgede bu şekilde “fiili karakol” bulundurmasının sebebi de tam olarak budur.”
Amerika’nın İsrail’e olan desteği şüphesiz yeni değildir. Ancak son yıllarda siyasi elit içerisinde bulunan Yahudilerin ve nüfus içerisinde yaşayan 80 milyon Evanjelistin (Hristiyan Siyonist) varlığıyla bu destek çok daha bariz hale gelmiştir. ABD’nin bundan önceki her devlet başkanından, Filistin ve İsrail çıkmazına bir çözüm önerisi sunması veya bu konudaki tavrının ne olacağı dört gözle bekleniyordu. Bütün bu başkanların içerisinde Donald Trump, başkanlığı süresince daha önceki devlet başkanlarının erteleyip durduğu milat niteliğindeki kararlara imza atan ilk başkandır.
Ocak 2017 ‘de ABD’nin 45. Başkanı olarak göreve başlayan Donald Trump dönemi, Joe Biden’in 20 Ocak 2021’de kendisinden görevi devralmasına kadar şüphesiz Filistinliler için çok zorlu bir süreçti. Yalnızca Filistinliler tarafından değil, ABD siyasi eliti ve dış politika nezdinde de kararları müfrit bulunan ve önünü ardını düşünmeden hareket eden bir lider olarak yorumlanan Donald Trump, başkanlık ettiği süre boyunca Filistinliler aleyhine büyük kararlar almıştır. Öncelikle adaylık süreci vaadi olan Kudüs’ü İsrail’in bölünmez başkenti olarak tanıma kararını imzalamış, ardından ABD’nin Tel Aviv’deki büyükelçiliğini yine aynı yıl İsrail’in kuruluş tarihinin 70. yıldönümünde, 14 Mayıs’ta, Kudüs’e taşımıştır.
Eylül 2018’de FKÖ’nün Washington’daki temsilciliğini kapatma kararı alınmış, bundan sonraki süreçte bazı Filistinli siyasetçilere ABD vizesi verilmemiştir. İsrail’in 1967’de Golan Tepeleri’ni ilhakı, Mart 2019’da BM Güvenlik Konseyi tarafından geçersiz kabul edilmiş ve hukuka aykırı bulunmuştur ancak Trump burada da İsrail’in egemenliğini tanıyarak bir skandala daha imza atmıştır. Barış vizyonunun kabulü için adeta şantaj zemini oluşturan bu kararlar, Trump’ın yakın çalışma grubunun İsrail yanlısı tutumunun bir göstergesi olmuştur. İsrail’e büyükelçi olarak atanan David M. Friedman İsrail’in Batı Şeria’yı ilhakının yasadışı olmayacağını daha önce ifade eden isimdir. Vizyonu hazırlayacak komitenin başında bulunan Jared Kushner ise Netanyahu ile olan samimiyetiyle dikkat çeken bir isim olmasının yanı sıra Trump’ın döneminde kıdemli baş danışmanı ve damadıdır. Aynı zamanda Siyonist bakış açısına sahip bir Yahudi’dir.
Takvimler 28 Ocak 2020’yi gösterdiğinde Beyaz Saray’da Donald Trump, Jared Kushner ve Netanyahu, bir basın açıklaması ile “Barıştan Refaha Vizyonunu (Peace To Prosperity)” ayin havasında duyurmuşlardır. 180 sayfalık tasarı “Anlaşma”, “Barış Planı” adlarıyla dünya gündemine oturmuşsa da ortada anlaşan veya barışan iki taraftan ziyade tek ve güçlü olan tarafın dikta siyasetinden başkasını görememekteyiz. Basına duyurulurken, kaderi tayin edilmek istenen Filistin Devleti’ni temsilen bir kişinin bile orada bulunmayışı buna delil gösterilebilir. Filistin tarafı oldu bitti ile kendisine kabul ettirilmeye çalışılan bu vizyonu reddetmiştir. Mahmut Abbas vizyon için “Yüzyılın Şamarı” ifadesini kullanmıştır. İçeriği okunduğunda vizyonun Filistin’e değil barış getirmek, İsrail tarafından gasp edilen haklarının çözümünü bile sunmadığı görülecektir. Aksine hem fiilen hem de siyaseten Filistin Devleti’nin teslim olması metnin örtük -bize göre açık- ana fikri diyebiliriz. ABD’nin rolü arabuluculuktan ziyade ara bozuculuk olmuştur. Trump’ın Barış Planı olarak öne sürülen bu vizyon, Filistin tarafından reddedilmiş ve Mahmut Abbas bu vizyonun daha önce yapılan bütün görüşmeleri askıya aldığını belirtmiştir. Böylelikle bugünkü mevcut sınırları belirleyen 1993 ve 1995 Oslo Görüşmeleri de askıya alınmıştır.
Oslo Anlaşması ve FKÖ’nün Konumu
1993 yılında imzalanan ve 1995 yılında tehir edilen meselelerin nihai sonucuna ulaştığı Oslo Görüşmeleri, bugünkü Filistin Devleti sınırlarının son şeklini aldığı görüşmelerdir. 1993 Eylül’ünde Washington’da, dönemin İsrail Başbakanı İzak Rabin ve Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) lideri Yaser Arafat tarafından imzalanan Oslo Anlaşması’yla birlikte Filistin Devleti resmi olarak kurulmuş, İsrail FKÖ’yü Filistin halkının temsilcisi ve müzakerelerinin ortağı olarak tanımıştır. FKÖ de İsrail Devleti’ni tanımış ve şiddeti (!) reddetme sözü vermiştir. Yaser Arafat Filistin topraklarını uzlaşıyla paylaşma yoluna gitmiş ve yine uzlaşıyla Filistin topraklarının büyük bir kısmından vazgeçmiştir. Oslo Görüşmelerinden sonra Hamas sözcüsü Fawzı Barhoum, Oslo Anlaşması’nın Filistin için hak olan direnişi de bitirdiğini ifade etmiştir. Izak Rabin ise “İsrail’in bileğinin hakkıyla sahip olduğu şeyleri düşmana peşkeş çeken bir hain.” olduğu gerekçesiyle dönemin Likud Partisi lideri Benyamin Netanyah’nun başını çektiği aşırı sağ grubun muhalefetiyle karşı karşıya kalmıştır. Izak Rabin palazlanmış bu öfkeli muhalefet içerisinden fanatik bir yerleşimci Yigal Amir tarafından 1995 Kasım’ında 44 kurşunlanarak öldürülmüşse de İsrail milli hafızasında barışa yanaşan liderlerin akıbeti konusunda bir travma olarak yaşamaya devam etmekte.
Kısaca Oslo Anlaşması ile resmî olarak tanınan FKÖ, Filistinlilerin zaten zor olan hayatlarında veya haklarında doğru düzgün bir iyileşme sağlayamadığı gibi İsrail’in ırkçı ve ayrımcı politikalarının üzerini örtmüştür. Filistin yönetiminin kurulmasıyla bir nevi bölgede işgalin maliyeti azalmıştır. FKÖ için, İsrail adına Filistinlilerin iç işlerini yöneten ve İsrail adına onları kontrol altında tutan bir kısmî özerk yönetim yorumunda bulunabiliriz.
Batı Şeria’da Neler Oluyor?
1995 yılında Batı Şeria’ya (5.659 km²) sıkıştırılan Filistin Devleti 3 parçaya bölünerek A-B ve C bölgelerine ayrıldı. A bölgesi günümüzde kısmen Cenin, Nablus, Tulkerim, Ramallah, Eriha, Beytüllahim, el-Halil (Hebron-1) gibi şehir merkezlerini ifade etmekle birlikte, Filistin Devleti’nin hem askeri kontrolü hem de sivil yönetimi sağladığı yerlerdir. B bölgesi dediğimiz yer şehir merkezlerine yakın olmakla birlikte pek çok adacık gibi düşünebileceğimiz bölgelerdir. Buralarda sivil yönetim Filistin’e ait olsa da iç güvenlik yani kontrol İsrail’in elindedir. Filistin yönetimi bu bölgeye yalnızca kısıtlı belediye hizmeti sunmakta. Batı Şeria’nın %60’ını oluşturan ve Doğu Kudüs’ü de içinde barındıran C bölgesi ise tamamen İsrail askeri ve sivil kontrolü altındadır. Batı Şeria bütünüyle bakıldığında İsrail sömürgeci politikalarının en net görüldüğü yer diyebiliriz. Yahudi yerleşimleri, Yahudilere mahsus yollar ağı, kapalı askerî bölgeler, doğal koruma alanları, kontrol noktaları gibi pek çok ayrım yerinin bulunduğu Batı Şeria bugün 165 ayrı parçaya bölünmüş durumdadır.
Burada şunu belirtmek gerekir ki İsrail yönetimince Yahudilere mahsus inşa edilmiş oturma, sanayi ve tarım alanları, BM Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi tarafından hukuk dışı ilan edilmiştir. Ancak buna rağmen İsrail sadece Batı Şeria içerisinde 150 yasa dışı Yahudi yerleşimi inşa etmiştir. Bu yerleşim yerlerinde 2020 verilerine göre 670.000 Yahudi yaşamaktadır. Delik deşik yapısıyla İsviçre peynir modelini hatırlatan Batı Şeria’da yaşayabilir bağımsız bir devletten söz etmek mümkün olmadığı gibi, bölge FKÖ yönetiminin egemenliğinden de oldukça uzak. Filistinli nüfusun büyük çoğunluğu A ve B bölgelerinde yaşıyor. C bölgesindeki topraklar esasında bir zamanlar Filistin’in en müreffeh köyleriyken şimdi gerçekten Filistinliler için yaşam şartlarının en ağır olduğu yerler diyebiliriz. Oldukça verimli topraklara sahip olması sebebiyle, İsrail’in buradaki Filistin halkını, A ve B bölgelerine göç ettirmeye yönelik sıkı politikaları var. Burada yaşayan Filistinlilerin seyahat serbestiyetleri, okula- hastaneye erişimleri, belediye hizmetlerine erişimleri oldukça kısıtlı. Keyfi tutuklamalar, Yahudi yerleşimcilerin sürekli tacizleri, ev yıkımları, tarlalara ve ekinlere saldırılar gibi hayatı 45 dar eden pek çok uygulama ile karşı karşıyalar. Gündelik hayatı en çok kısıtlayan durum ise 2002’de güvenlik gerekçesiyle yapımına başlanan, güncel haliyle 712 km uzunluğa ve 8 m yüksekliğe sahip, %85 ‘i Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ün içinden geçen “Batı Şeria Duvarı” olmuştur.
Duvarın birbirinden ayırdığı kopuk kopuk araziler, kapı ve kontrol noktalarında keyfî bekletmeler -ki kontrol noktalarının sayısının 572 olduğu biliniyor- ve buralarda yaşanan gayri insanî muameleler sebebiyle ulaşım imkânları da oldukça zor. Ayrıca Batı Şeria’da 19 resmî ve 4 gayrı resmî mülteci kampında 800.000’in üzerinde Filistinlinin yaşadığı biliniyor. Mülteci kampları UNRWA’nın (Birleşmiş Milletler Yardım ve Çalışma Ajansı / United Nations Relief and Works Agency) kontrolü altındayken Trump yönetiminde Filistin’e yapılan UNRWA bağışları tamamen kesilmişti. Joe Biden göreve geldiği ilk haftalarda UNRWA bağışlarının tekrar sağlanacağına ve Filistin-İsrail sorununda Trump’ın politikalarını terk edeceğine ilişkin açıklamalarda bulunmuştu.
1 Temmuz 2020’de İsrail Batı Şeria’nın ilhakını başlatacağını resmen duyurdu. Gerekçe olarak Filistin Devleti’nin barışa yanaşmaması gösterildi.
Vizyonunun “Filistin Devletinin Temelleri” Başlığı
Bu başlık altında aslında Filistin Devleti’nin “zorunlu kurucu unsurları” sayılmıştır. Filistin Devleti’nin teslimiyet şartları olarak yorumlanabilir. Sayılan maddelerin kabul edilmemesi durumunda Batı Şeria’nın tamamen ilhakıyla beraber Filistin yönetiminin siyasî, sosyal ve ekonomik dışlanmışlıkla tehdit edilme durumu vardır. 1945 tarihli BM Kurucu Antlaşması’nın 2/4. Maddesine göre: “Devletler uluslararası ilişkilerde askerî güce başvuramaz, askerî güç tehdidinde bulunamaz.” Yine BM Genel Kurulunca 1970’te uzlaşma ile kabul edilen “Devletler Arasında Dostça İlişkiler” bildirisine göre: “Askerî güç kullanım tehdidinden ya da kullanımından kaynaklanan hiçbir toprak kazanımı yasal sayılmayacaktır.”
Bu başlık altında yer alan bir madde şöyledir: “Filistin Devleti diğer tüm devletler gibi terörle mücadele etmeli. Bununla birlikte uluslararası topluluğun verimli ve tehditkâr olmayan bir üyesi olmak konusunda sınır komşularına karşı sorumlu olmalı.”
Bu maddede kullanılan terör kelimesi Hamas, El-Fetih, İslamî Cihad gibi milli silahlı oluşumlardır. İsrail ve uluslararası kabule göre bu oluşumlar terör örgütleridir ve FKÖ’nün bu oluşumları desteklediği gerekçesiyle Trump döneminde ABD fon desteğini tamamen çekmiştir. Ayrıca Hamas ile FKÖ’nün uzun yıllar boyunca asla aynı zeminde buluşamadığı sürekli çatışma halinde olduğu bilinmekte. Ancak bu vizyon, nadiren aynı görüşte olan bu iki oluşumu bir araya getirmiş, FKÖ ve HAMAS bu tasarıya karşı ortak duruş sergilemişlerdir.
İsrail’in uluslararası hukuka aykırı yaptırımları ve hak ihlalleri, 1967’de Suriye’den Golan Tepeleri ve Mısır’dan Sina’nın bir kısmını işgal etmesi, yine bu savaşta Associated Press Muhabiri’nin İsrail askerlerine sorduğu “İsrail Devleti’nin sınırları neresidir?” sorusuna İsrail askerlerinin postallarını yere vurarak verdiği “Ayağımızın bastığı her yer” cevabı aslında Filistin Devleti’nin değil, İsrail’in bölgesel hatta küresel bir tehdit olduğunu ve sınır komşularına karşı sorumluluk noktasında esas uyarılması gereken taraf olduğunu bize göstermektedir.
“İsrail parlementosu Knesset’te Nil’den Fırat’a kadar uzanan bir harita halen asılı durmaktadır… Golda Meir, İsrail sınırlarıyla ilgili kendisine yöneltilen bir soruya “Sınıra ulaştığımızda size haber vereceğiz.” cevabını vermiştir."
Başka bir madde okul müfredatları ve eğitimle ilgilidir: “Filistin Devleti okul müfredatları ve ders kitapları dâhil olmak üzere sınır komşularına yönelik kin ve düşmanlık başlatacak, vâr olanı arttıracak veya suç ve şiddet eylemlerini tazmin ve teşvik edecek olan bütün programları sonlandırmalıdır.”
Bu maddeyi açıklamadan evvel Filistin yönetiminin eğitim modelini incelemek yerinde olacaktır. 1. İntifada öncesi Batı Şeria’da bulunan okullarda Ürdün müfredatı, Gazze Şeridi’nde bulunan okullarda Mısır müfredatı esas alınarak eğitim verilmekteydi. Mezun olanların mezuniyet belgesi kültürel anlamda geçerliliği olan ancak ulusal olarak denkliği bulunmayan belgelerdi. Baskı ve işgal altında öğrenim görmenin oldukça zorlaştırıldığı bir dönemde mezun olmak büyük şans sayılıyordu. Öğrencilerin almış olduğu eğitim ise kısıtlanmış, içi boşaltılmış ve sansürlenmişti. İntifada öncesi eğitim modeline ilişkin bir alıntıya yer verelim.
“Her yıl Ürdün ve Mısır’dan temin edilen ders kitapları öncelikle İsrail otoriteleri tarafından kontrol edilerek metinlerden Filistin tarihine, Filistin kimliğine, köklerine ve tarihî mirasına atıf yapan ifadeler çıkarılarak katı bir sansür uygulanmıştır. Bu sansür sadece Filistin’in tarihi, coğrafî, kültürel geçmişi ile sınırlı kalmamış, diline ve dinî değerlerine yönelik de uygulanmış böylece kimlik oluşturma yahut kimliğin fark edilme sürecinin önüne geçilmek istenmiştir.”
1993’te Oslo Anlaşması’nın bir parçası olarak eğitim sistemi ve müfredat düzenleme yetkisi bütünüyle Filistin Eğitim ve Yüksek Eğitim Bakanlığı’na (Palestinian Ministry of 47 Education Higher Education/ MoEHE) verilmiştir. Ancak Batı Şeria’nın parçalanmış yönetim ve idare yapısından dolayı MoEHE’nin eğitim sistemini kontrolü zorlaşmıştır. Sonrasında 2000’li yılların başında İkinci İntifada Dönemi patlak vermiş ve süreç içinden çıkılmaz bir hal almıştır. Okul yıkımları/ kapatılmaları, öğrencilerin sınır dışı edilmesi / okuldan atılması ve keyfi tutuklamalar, ekonomik kısıtlamalar sebebiyle Filistin Devleti’nin dünden bugüne 4 başı mamur bir eğitim modelinden söz etmek mümkün değilken, okul müfredatları ve ders kitapları dâhil olmak üzere “suç ve şiddet eylemlerini tazmin ve teşvik edecek” herhangi bir programdan söz etmek hiç mümkün değildir.
Anlaşma metninin devamında dikkat çeken bir diğer madde şudur: “Filistinliler tüm bölgelerindeki sivil ve hukuki yaptırımları kontrol edebilecek nüfuza ulaşmalı ve nüfusu silahsızlandırmalıdır.”
Bu madde altında Filistin Devleti’nin askerî güçten arındırılmasından, dış tehditlere karşı güvenliğinden tamamen İsrail’in sorumlu tutulmasından söz edilmektedir. Gerekçe olarak güvenlik için ayrılması gereken fonların Filistin yönetimince altyapıya, eğitime ve sağlığa ayrılması gösterilmiştir. Sivil- hukuki yaptırımlar ve nüfusun silahsızlandırılması ifadelerini açacak olursak öncelikle İsrail için böylesi bir kararın uygulamaya konulması ihtiyaçtır. Özellikle Batı Şeria’da askeri ve sivil hukuk ayrımı, Yahudi yerleşimcileri çok daha saldırgan hale getiriyor çünkü oldukça tavizkâr bir hukuk sistemi görülüyor. 2015’te Devabiş ailesinin evinin bir yerleşimci tarafından kundaklanması ve biri bebek üç kişilik bir ailenin yok oluşu, 2014’te Muhammed Ebu Hudayr’ın yerleşimciler tarafından kaçırılıp, benzin dökülerek diri diri yakılması, haberlerde sık sık önümüze düşen araçlarını Filistinlilerin üzerine süren yerleşimcilerin görüntüleri gibi daha sayamayacağımız pek çok taciz… Cezai işlemler noktasında da İsrail’in faillere kamu vicdanını tatmin edici hiçbir yaptırımı bulunmamakta.
Halkın silahsızlandırılması üzerine: İsrail Kamu Yayın Kuruluşu’nun, Eylül 2022’de Nablus Huvara yolu üzerinde İsrail ordusuna destek verme gerekçesiyle Yahudi yerleşimciler tarafından oluşturulan silahlı milis bir grubun gece devriyesine çıktığını duyurması bunun en yakın örneğidir. Yerleşimcilerin çoğunun İntifada dönemlerinden sonra silahlandırıldıklarını ve yerleştikleri bölgelerde saldırgan tavırlarla dolaştıklarını biliyoruz. Nitekim Yahudi yerleşimcilerin en fanatiklerinin bulunduğu el-Halil’de yaşanan katliamı hatırlayalım. Baruch Goldstein isimli fanatik bir Yahudi 1994 Şubat’ında bir sabah Halilurrahman Camii’ndeki sabah namazı cemaatini tarayarak 29 kişiyi şehit etmiş, 125 kişiyi de yaralamıştı.
Yerleşimcilerin silahlı veya silahsız Filistinlilere karşı oldukça saldırgan bir tutum benimsedikleri ve maddi manevî Filistinlilere hayatı dar ettikleri sayısız örnek bulunmaktadır. Kenize Mourad’ın ‘Toprağımızın Kokusu’ kitabında aktardığı Haham Erich Ascherman’ın 48 söylediği şu söz yerleşimcilerin bu tutumlarını özet mahiyetindedir: ‘‘Yerleşimciler, malî açıdan hayatta kalmalarını imkânsız kılacak şekilde Filistinlileri yeterince taciz ederseniz tek bir kurşun dahi atmadan onları terk ettirirsiniz düşüncesindedirler.”
İsrail %60’ını elinde tuttuğu Batı Şeria’da, henüz Filistinliler için asayişi (!) sağlayamazken, ABD’nin dış tehditlere karşı Filistin’i İsrail’in eline bırakıvermesi kabul edilebilir değildir. Ayrıca bahsi geçen örnekler bu kararın ayniyle İsrail için uygulanması gerektiğine, Filistin Devleti’nin silahsızlandırılması durumunda bu gibi katliamlara karşı özellikle sivil halkın çok daha savunmasız kalacağı noktasında bizi ikna etmektedir.
Vizyonun bundan sonraki ifadelerinde Filistin Devleti’nin alt yapı ve kalkınmasıyla ilgili atılacak tamamen “iyi niyet temelli” adımlardan söz ediliyor. UNRWA bağışlarının Trump yönetiminde durdurulması ve Washington FKÖ temsilciliğinin kapatılmasının bu anlaşma özelinde “Uluslararası destek ve kabul” için bir şantaj zemini olduğundan söz etmiştik. Bununla beraber ekonomik kalkınma ve altyapı desteği ile ilgili Filistin’e fon sağlama durumu, Filistin yönetiminin güvenlikle ilgili kriterleri (silahsızlandırma, terörü reddetme vs.) yerine getirmesi şartına bağlanmıştır. Vizyona göre bu şartlar sağlandığında ABD, altyapı ve devlet inşası için kullanılmak üzere Filistin’e 50 milyar dolar yardım yapacaktır.
Vizyonun Filistin için ihtar niteliği taşıyan bir diğer maddesi, uluslararası mahkeme ve örgütler konusundadır. Bunun için bir alıntıya yer vermek uygun olacaktır: “Vizyon’un diğer tartışmalı unsuru da Filistin’in uluslararası hukuku ve uluslararası örgütleri kullanarak devlet inşası sürecinin önüne geçmeye çalışmasıdır. Vizyon, Filistin’in uluslararası ceza hukukuna, uluslararası insancıl hukuk metinlerine ve ilgili kurumlarına başvurmasını engellemeye çalışmıştır ve dolayısıyla Filistin’in UCM üyeliğine ve ilgili girişimlerine bizzat Vizyon’da yer verilmiştir. Buna göre Filistin Otoritesi; UCM’de, Uluslararası Adalet Divanı’nda (UAD) veya başka hukuki mercilerde İsrail’in ve ABD’nin yargılanmasına dair taleplerini geri çekecektir. Filistin, İsrail’in aleyhine siyasi ve hukuki adımların atılmasına neden olacak ve Filistin’in silahsızlandırılmasını durduracak uluslararası örgütlere ve İsrail’in onayı olmadan herhangi bir uluslararası kuruluşa üye olamayacaktır.” Bu şartlar sağlandığında devlet inşası için vadedilen desteğin sağlanacağı bildirilmektedir.
Vizyonun “Dinler Bakımından Kudüs Meselesi” Başlığı
Bu başlıkta ise Kudüs’ün Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar için öneminden bahsedilmiş ve Mescid-i Aksa’nın içerisinde her din mensubuna eşit şartlarda ibadet özgürlüğüne kapı aralanmaya çalışılmıştır. Bu maddede özellikle geçen “barışçıl ibadetçiler” kavramında, İsrail askerlerinin yerleşimciler eşliğinde Mescid-i Aksa’ya baskın yaptığı sırada içeride ribat tutan Filistinlilerin, onlar alanı terk edene kadar sesli bir şekilde tekbir getirmelerine atıf vardır. Filistinlilerin bu davranışları vizyonda “terör yanlısı söylem ve tutumlar” kapsamında değerlendirilmiş, “barışçıl olmayan ibadetçilerin alana girişinin kısıtlanmasından” söz edilmiştir. Vizyon “Tapınak Dağı’nın dinî ve özel günlerde her din mensubunca kullanılabilinir bir statüsünün olması gerektiğini” öngörmektedir.
Nihayetinde geçmiş yılların tecrübesiyle pratikte uygulamasının imkânsız olduğu aşikâr bir başlık daha görüyoruz. İsrail uluslararası söylemlerinin aksine Mescid-i Aksa içerisinde huzur ve güveni bozan taraf olduğu gibi bahsettiği ibadet özgürlüğüne de hiçbir zaman saygı duymamış, Müslümanların giriş ve çıkışlarına kısıtlamalar koymuş, keyfî olarak ibadeti engellemiştir. Arazi içerisinde bulunan mescid ve tarihi eserlerin yapısına zarar vermiştir. Mescid’i Aksa altına inşa edilen sinagog ve tüneller sebebiyle Aksa içerisinde oluşan mermer göçükleri, aynı zamanda tarihî eser ve yapılardaki mermi izleri bunun en güzel örneğidir. Geçtiğimiz yıllarda yapılan baskınlarda Kıble Mescidi içerisindeki vitray camların kurşunlanmasıyla oluşan tahribatı da hatırlamak gerekir. Henüz bu tahribat onarılamamışken 5 Nisan 2023 Ramazan ayında bu olayların tekrarı yaşanmıştır. Yahudi yerleşimcilerin 2023 Pesah Bayramı arefesinde Mescid-i Aksa’ya girmek istemeleri ardından İsrail polisinin Kıble Mescidi içerisinde ibadet eden Müslümanlara yönelik şiddet görüntüleri, orantısız güç kullanımı ve yeniden kırılan vitray camlar İsrail’in Müslümanlara yönelik şiddet yanlısı politikasını ortaya koymaktadır.
Yahudi yerleşimcilern Aksa içerisinde ibadet maksatlı bulunması, dinî hoşgörü çerçevesinde değerlendirilemez. Çünkü İsrail’in bu ibadetleri yalnızca “ibadet” boyutuyla değil egemenliğinin ve hâkimiyetinin bir göstergesi olarak gördüğü açıktır. Öyle ki -daha önce de pek çok kez teşebbüs etmekle beraber- 23 Ocak 2023’te Mescid-i Aksa’ya düzenlenen baskında fanatik yerleşimciler, Aksa içerisinde İsrail bayrağı açmışlardır. Yine Mart 2023’te İsrail İçişleri Bakanlığı’nın Mescid-i Aksa’nın Batı kısmından çekilmiş, üzerinden Kubbetu’s-Sahra’nın silinmiş olduğu bir fotoğrafı resmî dairelerde kullanmaya başlaması, esasında burada ibadet özgürlüğünün yalnızca kendilerine mahsus olmasını istediklerinin açık bir göstergesidir.
İsrail Dış İşleri Bakanlığı sosyal medya hesabından Müslümanların Mescid-i Aksa’da özel gün ve gecelere mahsus kalabalık gruplar halinde ibadet ettikleri görüntüleri ön plana çıkararak ibadet özgürlüğü başlığıyla paylaşımlar yapmaktadır. İsrail’in her sene özellikle Yahudi dinî bayramlarında Mescid-i Aksa içerisinde dini hoşgörü ve saygıyla asla bağdaşmayan politikaları bu söylemlerin altının ne denli boş olduğunu kanıtlar niteliktedir. Bu söylemlerin yerleşimcilerin alana girişine ve içeride ibadet etmelerine zemin oluşturma amacıyla yapıldığını öngörmek zor değildir.
Bununla birlikte bugün İsrail aşırı sağının ve yerleşimcilerinin sosyal, siyasal, dini talepleri her zaman önceliklidir. İsrail siyaseti ve Siyonizm de zaman içerisinde değişime uğramıştır. Siyonizm ideolojisi ilk ortaya çıktığında dindarlar içerisinden taraftar bulamazken, bugün tasarıda bulunan dinî gerekçelerin Siyonist Devlet’in bölgedeki meşruiyeti için öne sürülmesinin açıklaması da bu olsa gerektir. 2023’e girmeden hemen önce başa gelen Netanyahu ve kurduğu aşırı sağ hükumet için, baskınlar veya Filistinlilerle ilgili diğer meselelerin halledilmesi siyasî vaatlerdir. Sonuç olarak Mescid-i Aksa paylaşılabilecek veya ortak kullanıma açık olabilecek statüde bir alan değildir.
Bir diğer mesele vizyonda Kudüs’ün Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar için önemi anlatılırken dinî gerekçelerin Yahudiler için oldukça eski dönemlere dayandırılması ve Yahudilerin bölgede bulunuşuna tarihsel açıdan da meşruiyet sağlama yoluna gidilmesidir. Müslümanlar için Kudüs’ün önemi ise yalnızca İsra ve Miraç hadisesine ve Mescid-i Aksa’nın ilk kıble olmasına dayandırılırken bu hadiselerden sonra sanki birdenbire Kudüs’ün önem kazanıvermesi gibi bir tablo çizilmeye çalışılmıştır. Yahudiler içinse 3000 yıllık tarihten söz edilmektedir. Ancak bölgede geçirilen sürenin uzunluğu bir toprağın ilhakı için meşru sayılamaz. Yusuf el-Karadavî şöyle söyler:
“Gurbette geçirilen sürenin uzunluğu gerekçe gösterilerek bir yeri sahiplenme söz konusu olacaksa İbrahim (as) ve çocuklarının 200 yıl kaldıkları; iki kişiyle gelip 70 kişiyle terk ettikleri Filistin toprakları yerine, 430 yıl kaldıkları Mısır topaklarında hak talep etmeleri gerekirdi.”
Vizyonun en can alıcı başlıklarından birisi de Kudüs’ün statüsüdür. Komiteye göre Kudüs İsrail’in bölünmez başkentidir. Ancak FKÖ Yönetimi sayılan kriterlere uyarsa Doğu Kudüs’te Müslümanların ve Mescid-i Aksa’nın da içinde bulunduğu mahalleler (Abu Dis) Filistin Devleti’nin başkenti sayılacaktır. Hem bölünmez hem bölünmüş Kudüs ifadeleri aslında alınan kararın imkânsızlığını ortaya koymaktadır. Barış vizyonu diye öne sürülen tasarıda bir sonraki cümle bir öncekini tekzip etmektedir. Tüm bu açıklamaları göz önünde bulundurduğumuzda vizyonun problem çözmekten oldukça uzak olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Öz olarak geçmiş müzakere ve alınan kararların gerçekçi olmadığı ve bölgeye barış getirmediği gerekçesiyle ortaya sürülen bu vizyonun amacı: İsrail ve Filistin eksenli problemler sarmalını çözdükten sonra ABD, İsrail, Filistin, Ürdün, Mısır, BAE, Suudi Arabistan’ın içinde bulunduğu bölgesel bir güvenlik komitesi oluşturarak Ortadoğu’ya barış getirmektir. Türkiye Dışişleri Bakanlığı anlaşmayı “ölü doğan bir anlaşma” olarak nitelemiştir. Trump başka ülkelerden tepki alsa da Ortadoğu’da anlaşmayı destekleyen sınır ve körfez ülkelerinin Filistin direnişine dair geleneksel ortak duruşu çoktan kaybettiğini de söylemek mümkün. Vizyonu kabul edilmesi örtük şekilde icbâra zorlanan Filistin Devleti bu kararı sert bir dille reddetmiştir. Böylelikle zaten paramparça şekliyle ilhak edilmiş olan Batı Şeria’da bundan sonraki yaşanacak olan her hukuksuzluğa zemin oluşturulmuştur. Trump döneminde alınan büyük kararlardan geri dönülmesi noktasında bundan sonraki ABD başkanlarından herhangi bir geri adım beklemek fazlasıyla iyimser olacaktır. Döneminde denge gözetmeyen Trump’ın, başkanlığı Joe Biden’a devretmesi Filistinliler nezdinde eski Obama dönemine geçiş olarak yorumlanmıştır. En azından UNRWA bağışlarının tekrar sağlanması ve İsrail’e koşulsuz şartsız desteğin kısmen önünün kesilmesiyle, pandemi döneminin de etkisiyle ekonomik olarak oldukça zorlanan Filistinlilerin girdiği dar boğazın kısmen genişleyeceğini söylemek mümkün. Biden yönetimi için, Trump dönemine kıyasla optimistik bakış açısı, Biden’ın Filistin- İsrail meselesinde diplomasi dilini kullanılacağı ve uluslararası hukuk normlarını dikkate alacağı beklentisi etrafında şekillenmektedir. ABD bundan önceki başkanlık dönemlerinde Filistin’le ilgili duruşunu somut bir şekilde ortaya koymakta çekimser davransa da, Trump, döneminde aldığı kararlarla bu çekimserliği bir anda ortadan kaldırıvermişti. Biden’in bahsi geçen vizyonun geçersizliğini açıklamaması vizyonun halen geçerliliğini koruduğunun dolayısıyla Filistin Devleti’ne yönelik bu tavrın örtük veya açık devam edeceğinin göstergesidir.
KAYNAKÇA:
-GÜNDÜZ Süleyman, “Dünya Barışının Zembereği Kudüs”, Derin Tarih, Özel S.10,2017, s.188
-KILINÇ Taha, Ortadoğu’ya Dair Yirmi Tez, Ketebe Yayınları, İstanbul,2021, s.42
-İNSAMER, Batı Şeria’nın İlhakı, İnfografik
-Refah İçin Barış Vizyonu s.33 “Foundations of a Palestinian State”
-Prof. Dr. Yusuf el- Karadâvî. “Her Müslümanın Ortak Davası KUDÜS”. Trc. İzzet Marangozoğlu. İstanbul: Nida Yayıncılık, Ocak 2018. 13. Baskı, s. 58
-Ercümen, Merve Aksoy, “Filistin’de Eğitim: İsrail’in Yıldırma ve Şiddet Politikalarına Direnen Eğitimli Bir Halk”, Araştırma 82, İNSAMER, Ekim 2018.
-Prof. Dr. Yusuf el- Karadâvî. “Her Müslümanın Ortak Davası KUDÜS”. Trc. İzzet Marangozoğlu. İstanbul: Nida Yayıncılık, Ocak 2018. 13. Baskı, s. 116
-Gürseler C. (2021). Filistin-İsrail Sorununda Trump’ın Faıt Accomplı Girişimi: “Yüzyılın Planı”. Barış Araştırmaları ve Çatışma Çözümleri Dergisi, 9(2), 378-415
-Refah İçin Barış Vizyonu s.14 “Jarusalem Relıgıous Aspects Of The Jarusalem Issue”
-Yusuf el- Karadavî’nin Yahudilerin tarihsel ve dinsel olarak Kudüs’te hak iddia etmelerine yönelik reddiyesi için bkz. “Her Müslümanın Ortak Davası Kudüs”
-Sınmaz Kadriye. ABD’nin dönüşen İsrail Politikası. İNSAMER 12.03.2021.
Bu Sayfada:
Title
Title
Title
#